EDEBİYAT NOTLARI- 31
Bu konu öylesine geniş,
öylesine uçsuz bucaksız ki, bir yazıya sığması mümkün değil. Çünkü tarihin her devrinde, her türlü yönetimde; adına ister krallık, ister diktatörlük, ister “ileri demokrasi” densin; iktidarların yazarlardan korktuğu gerçeği değişmemiş. Yazarları şairleri idam etmişler, hapiste çürütmüşler, hayatlarını zindana çevirmişler.
Yalnız bu olgu bile, “söz”ün gücünü göstermeye yetiyor. Tankları, topları, orduları olan koskoca iktidarlar, “söz”den, “yazı”dan korkuyor. Çareyi yazarları öldürmekte, içeri atmakta buluyor ama bu sefer de idam edilenlere yakılan ağıtlar kulaklarında yankılanıyor ya da müthiş bir cezaevi edebiyatı doğuyor.
Bugün Pir Sultan Abdal’ı idam ettiren Hızır Paşa unutulup gitti ama “Üçüncü ölmem bu hain/Pir Sultan ölür dirilir” dizeleri, aradan geçen dört yüz yıla rağmen zalimlerin suratında tokat gibi şaklamaya devam ediyor.
Anadolu’nun yürek yakıcı ağıtları, hapis acısını anlatıyor.
“Mapushanelere güneş doğmuyor” dizesinin gücü, dünyada hangi şiir dizesiyle ölçülebilir.
Hangi masa başı şiiri “Mapusun içinde üç ağaç incir/Elimde kelepçe boynumda zincir/Zincir sallandıkça kollarım sancır/Düştüm bir ormana yol belli değil/Yatarım yatarım gün belli değil” türküsünün içtenliğine ulaşabilir.
***
Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Anılar” kitabı, Sibirya esaretinin unutulmazları arasındadır. Antonio Gramsci’nin, Oscar
Wilde’ın cezaevi anıları, Nazım’ın, Ahmed Arif’in, Enver Gökçe’nin hapishane şiirleri, Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı... Hangi birini sayayım. Hepsi birbirinden vurucu, yaralayıcı, zalime lanet okutan kitaplar.
Burada ilginç olan nokta; yazarların, şairlerin, düşünürlerin ölüm pahasına söyleyecekleri sözden vazgeçmemeleri. Belki de edebiyatla uğraşmayanların yani kelimenin gücüne inanmayanların anlayamayacağı bir şey bu.
Kurnaz bir adam, yazıları yüzünden acı çeken bir yazara bakıp “İşin mi yok be adam. Yazmayıver, söylemeyiver. Dilini tut, rahat rahat yaşa git şu dünyada. Başını niye derde sokuyorsun?” diye düşünür.
Kendince haklıdır da ama bilmediği tek nokta yazarların, yaratıcıların kurnaz olmadığıdır. Çünkü kurnazlık küçük insanlara mahsus bir yaşam özelliğidir, büyük ruhlar buna tenezzül etmez hatta anlayamaz bile. Büyük zekâlarına rağmen (belki de o yüzden) kurnaz olmayı beceremezler bir türlü.
Şairin dediği gibi “Kartalı gökyüzünde uçuran kanatlar o kadar büyüktür ki, yerde yürümesine engel olur.”
Yaratıcılar da hayatlarını sözün gücünü kanıtlamaya adarlar, çanaklarına kemik atılmasına değil.
Söz gücünden hayatı pahasına vazgeçememiş olmanın en müthiş örneği bizim edebiyatımızdan çıkmıştır.
Bilenlere tekrar olacak ama bilmeyenler için anlatayım:
Şair Nef’i, “Siham-ı Kaza” (Kader Okları) adlı bir hiciv eseri yazmış. Tam bu eserin sultan huzurunda okunduğu gece de yıldırım düşmüş. Nef’i’ye kızan padişah, şairin odunluğa hapsedilmesini, ertesi sabah da idam edilmesini buyurmuş.
O dönemin dalkavuk münevverleri “Gökten nazire indi Siham-ı kazasına/Nef’i kendi diliyle uğradı hakkın belasına” demişler.
Nef’i çok sevilen bir şair olduğu için siyahi harem ağası bir beyaz kağıt, hokka ve divit alarak odunluğa gitmiş. Nef’i’den padişaha bir af dilekçesi yazmasını istemiş. Sarayın ileri gelenleri bu dilekçeyi padişaha sunacak ve onun canının bağışlanmasını dileyeceklermiş.
Nef’i’nin kolları bağlı olduğu için harem ağası dividi hokkaya batırmış, kağıda eğilmiş ve “Söyle bakalım” demiş. Ama tam bu sırada divitten bir damla siyah mürekkep damlamış kağıda. Bunun üzerine Nef’i kendini tutamamış ve siyahi harem ağasına “Mübarek teriniz damladı efendim” deyivermiş. Bu zalim şakaya kızan ağa da “Allah belanı versin” diyerek odunluktan çıkıp gitmiş. Büyük şair Nef’i ertesi sabah idam edilmiş.
Arada bir bu hikâye aklıma gelir ve Nef’i’nin o andaki ruh durumunu düşünürüm. Bu kadar zeki bir adam elbette ki hayatını bir espriye feda etmezdi ama dilinin ucuna kadar gelen o güzel buluşu kullanmadan edemedi herhalde. Ağzından kaçırdı. Çünkü hayatını güzel sözler bulmak üzerine kurmuştu, varlık nedeni buydu. Lafı gediğine oturtmak onda refleks haline gelmişti.
Ve Nedim’in minik kızının eteği
Ahmet Arif “Akşam erken iner mapusaneye” demişti. Gerçekten de öyledir, erken iner ve geceleri çok zor geçer.
Nedim Şener ve Ahmet Şık için de bir yılı aşkın bir süre, dile kolay hayatın bir yılı çok zor geçti. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal, İlker Başbuğ, Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı, Müyesser Yıldız, Soner Yalçın ve daha binlerce “düşünce suçlusu” (ne demekse) için zor geçmeye devam ediyor.
Ama bazen bir bakıyorsun minicik bir kızın eteğindeki basit bir düğme, bir zulüm rejimini yere seriveriyor.
Nedim Şener’in kızı cezaevine babasını ziyarete geldiğinde eteğindeki düğmenin ötmesi üzerine onu çıkarttırmaları ve küçük kızı bir hırkaya sararak cezaevine sokmaları, zulüm ordularını perişan ediyor. Çünkü bu manzara insanların vicdanlarını kanatıyor. Kanayan vicdanlar karşısında hiçbir rejim ayakta kalamaz.
Bugün o minik yavru, rejimlerden, silahlı adamlardan, demir parmaklıklardan, mahkemelerden, iktidar sahiplerinden daha güçlü.
Çünkü onun iktidarı en yüce yerde; insanların vicdanlarında.
Hapisteki yazarlar konusu, Türkiye’de de hiç gündemden düşmedi. Kendimi bildim bileli, asker-sivil iktidarlar, yazarları hapsettiler. Bu zulümden her kuşak nasibini aldı. Ve deyim yerindeyse “hapishane Türk yazarları için bir okul” yerine geçti. Nazım Hikmet gibi bir çok şair, edebiyatçı, yazar, Anadolu köylüsü ile hapiste tanıştılar.
Onların dillerini, deyimlerini, hikâyelerini öğrendiler.
|