Gerek Erdoğan cenahı, gerekse Gülen Cemaatinin sözcüleri “Hayır öyle değil” dese de; AKP içindeki Erdoğan–Gülen kavgası olarak da biçimlenen çatışmayı önleme amaçlı “Erdoğan’ın adamlarını koruma yasası” son hızla çıkarıldı. Meclisi, adeta kuşatarak çıkarılan yasayı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, hiç bekletmeden onayladı!
Herhalde bu tartışmalı, tüm muhalefet partilerinin Cumhurbaşkanı Gül’e, “Onaylamayın!” çağrısı yaptığı yasayı Gül’ün hemen onaylaması, Cumhurbaşkanlığı makamının da Gülen-Erdoğan çatışmasının bir sahnesi olduğunu gösterdi. Oysa daha kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı Gül, “Şike Yasasını”, “Kamu vicdanını yaralar” ve “Kişiye özel yasa çıkarılmaz” gerekçesiyle, Erdoğan’a rağmen “veto” edip Meclise geri göndermişti! Bu sefer “MİT yasası” olarak bilinen ve Başbakana büyük yetkiler tanıyan ve haklarında savcıların soruşturma açmak için harekete geçtiği MİT elemanlarını kurtarma amaçlı olduğu besbelli olan yasayı bırakalım geri göndermeyi, herhalde doğru dürüst okumadan imzalaması elbette, Cumhurbaşkanından hiç olmazsa tutarlılık bekleyen herkes için şaşırtıcı oldu!
Peki; Uludere’de, Heron görüntülerinin, köylülerin açıkça bilerek öldürüldüğünü göstermesi ve “Vur emrini kimin verdiği”nin giderek hükümeti köşeye sıkıştıracak biçimde gelişmesi ya da Suriye ile ha kapıştık, ha kapışacağız bir aşamaya gelinmesi dikkate alındığında, beş MİT’çinin savcılar tarafından ifadeye çağırılmasının AKP’yi, hükümeti ve Cumhurbaşkanını böyle paniğe sürüklemesi nasıl açıklanabilir?
Bir hükümet, daha dün başkalarını ifadeye çağırırken, tutuklama kampanyaları sürdürürken, kendilerine çok güvendiğini her vesileyle söylediği savcılarına bu kadar mı güvenmez?
Doğrusu arkasında yüzde 50 oy desteği bulunan hükümetin bu panik havası, böylesi özgüvensizlik bataklığına sürüklenmesi hiç açıklanabilir değildir. Hele de en yetkililerin “Hayır biz yasayı MİT’çileri kurtarmak için çıkarmıyoruz!” , “Cemaat-hükümet çatışması diye bir şey yok. Tayinler, görevden almalar, soruşturmalar, incelemeler her şey rutindir!” derken.
Ancak hepimizi bu açıklanması zor durumdan yine cemaat, onun en önemli sözcüsü Hüseyin Gülerce kurtardı!
Bir televizyonda “Düşünce Günlüğü” adlı programa çıkan Hüseyin Gülerce, Özel Yetkili Savcı Sarıkaya’nın kendiliğinden böyle MİT’çileri ifadeye çağırmayacağını, işin içine başka güçlerin karıştığını söyledi.
Gülerce; savcıyı bu kötü yola sevk edeni MOSSAD ya da CİA’nın yönlendirdiğini iddia ederek olup biteni şöyle açıkladı: “Şöyle bir soru soralım. Dışarının parmağı olabilir mi bu işte? Yabancı istihbarat teşkilatları diyelim ki İsrail, İran, Suriye, Alman, İngiliz, Amerikan istihbaratı bizim devlet kurumlarına ve istihbarat kurumlarına sızabilir mi? Yoksa kesinlikle sızamaz mı? ... Altını çizmek lazım, sızabilir. Sızarsa savcı böyle bir istihbarat ajanı olabilir mi? Ben direk olmaz, olamazdır diyorum. Peki, bir yanlışlık yapılmışsa nasıl olabilir? Kimse o sızanlar devlet içinde, öyle bir malzeme hazırlar getirirler ki sizin önünüze, siz bir düğmeye basmak zorunda kalırsınız. (...) Savcının da yapabileceği bir şey yok. Vazifesi gereği önüne bir belge gelmiş. Savcı bu işi tek başına yapacak. Bu şeyleri de düşünmek suretiyle. ... Ayıkla pirincin taşını noktasına geldik. ...”
Cemaatin rahleyi tedrisinden geçmiş savcıya MOSSAD ajanı diyemeyen Gülerce’yi dinleyen herkesin aklına, şeytanın Müslümanların hayatındaki rolü geldi.
Her herzeyi yedikten sonra imamın, cemaatin büyüklerinin ya da yargıcın karşısına çıkan gariban Müslüman ya da uyanık tüccar; “Evet yaptığım büyük suç. Benim aklımdan bile geçmezdi bu haltı yemek ama o kör şeytan yok mu; aklımı çeldi” deyip kendini savunur. Öyle ki, gündüz aklından geçirdiği, komşusuyla, akrabasıyla rüyasında aklından geçeni yapıp amacına varan zat da bunu “şeytanın marifeti” sayıp, “Beni şeytan aldattı” der. Bütün bu hinliklerden hiç haberi olamayan masum şeytanı suçlayıp kendini tüm günahlarından arındırır.
Bu savunma “AKP kültürü” içinde çok geçerlidir. Gülerce de bu inanca sızdırılmış “şeytan efsanesi”ne sığınıyor; Cemaatin amaçlarıyla uyumlu savcının girişimini savunup işin ileriye gitmesini önlemek üzere, bir tür zamane şeytanı olan MOSSAD ve CİA’yı suçlayıp, (sadece savcıyı harcayıp) işin içinden sıyrılmak istiyor.
Artık savcının yapması gereken de bellidir: çocukluğundan beri öğretildiği gibi, “Şeytana uyduk bir kere” yerine “MOSSAD ya da CİA’nın oyununa geldik. Ben masumum!” diyecektir.
Hani eğer Hükümet ve Erdoğan bu gerekçeye inanırsa; Uludere katliamının MOSSAD ve CİA’nın bir yanıltması (şeytan aldatması) bir “operasyon kazası” olduğuna da cemaat inanacaktır!
“Al gülüm ver gülüm” yani.
Gülerce bir adım atmıştır; işe “şeytan karışmazsa”, artık, hiç olmazsa yeni bir kapışmaya kadar, cemaat-hükümet arasında bir uzlaşma yapılacaktır!
Cumhurbaşkanının yasayı jet hızıyla imzalaması da bu uzlaşmanın bir adımı olarak görülebilir
|