Bezen hiçbir öğretmen, bir öğrencinin öğrettiğini öğretemez. Bazen hiçbir yaşamın, bir ölümün öğrettiği kadar öğretemediği gibi. Bir öğretmen, öğrencisine sorar:
“Biz öğretmenler niçin varız?”
Öğrencisi ikirciklenmeden:
“Biz öğrenciler var olduğumuz için” der.
Yaşamın önemini, herhangi bir insanı mezarlığa bırakıp döndüğümüzden daha yoğun ne anlatabilir ki? Hele bu ölüm, ömrün baharında gök ekin misali biçilmiş bir canımız, oğlumuz, kızımız ya da yakınımızsa! Hele bu ölüm, suçsuz günahsız, sadece ekmek peşinde koşarken bizi yakalamışsa. Hele bu ölüm iki bidon ucuz mazot ve bir bilgisayar taksiti kadar ucuzsa!...
Uludere’deki 35 ölümün acısını içimde sığdıracak bir yer bulamadım. Hele lise bir öğrencisi olan Nevzat Encü, bir başka vurdu beni. Bu belki de eski bir öğretmen oluşumdan kaynaklanıyor. Ya da onun yaşında torunları olan bir dede! Cebinden tükenmez kalem, ikiye katlanmış bir kareli defter çıkmış. Dendiğine göre buruşuk bir kravat bile varmış. Onun okula kravatsız geldiği görülmemiş. Bu nedenle olacak taze mezar toprağının başında toplanan sınıf arkadaşları, başındaki iğrelti taşa yeni bir kravat bağlamışlar. Okul giyisilerini sermişler kara toprağın üstüne. 1 Ocak onun doğum günü imiş. Üç ayrı renkte üç de sürpriz mum yakmışlar.
Yurdumuzda mezarlıklar, eğitim öğretim açısından epey yol almış durumdalar desek, abartma yapmış olmayız. Dersim, Ağrı, Zilan gibi geçmişi anlatan mezar okulları değil, hemen yakınımızda yaşanmış, Sivas, Maraş, Çorum, Gazi mezar okullarını anımsamak bile yeter. Bu okullardan dost düşman az şey mi öğrendi? Bir sistemin acımasızlığını, ırkçılığın, militarizmin, bencilliğin, kapitalizmin korkunçluğunu bu mezarlıklardan daha gerçekçi başka ne anlatabilirdi ki?
Uludere-Gülyazı köyünün yamacında tepeye yukarı sıra sıra 35 taze mezar dizilmiş. Burası bir mezar okulun 35 öğrencili küçük bir sınıfıdır. Bu küçük sınıfın büyük öğretmenleri, büyük bir ihtimalle yaptıkları için büyüklüğünün farkında değillerdi. Barış, insanlık ve ekmek uğruna başlattıkları öğretinin çağlar ötesine şimdiden uzanmışlığını nereden bilebilirlerdi ki? Oysa onlar için ölüm emrini verenler, bu emri uygulayanlar, kısa süre sonra unutulacaklardır. Ve onlar torunlarına utançtan başka bir miras bırakmayacaklardır. Ama 35 kişilik küçük bir sınıfın büyük öğretmenleri sonsuza dek yaşayacaklardır.
Ölümün atı hızlı koşarmış. Şimdiye dek onun atını geçen yarışçı görülmemiştir. İşte bu gerçeği algılamayan kimi gafiller halen at kamçılayıp durmaktalar. Aynı liseden yaşamını yitiren Seyithan’ın ise, Platonik sevdasına telefon kontörü almak için mazota gittiği söyleniyor. Söyler misiniz, Seyithan’ın sevdasını hangi savaş uçağının hızı aşabilir? Mahsun Encü’nün acılı annesinin: “...Biz yandık başkası yanmasın. Köyde iş yok aş yok” deyişini hangi silah susturabilir?...
Ölü karşılamak, cenaze uğurlamak, taziye çadırları kurmak, toplu mezar kazmak gibi acı gerçeklerin öğretisi ile, ülkemiz başka bir gezegene doğru yol mu alıyor yoksa diye, doğrusu farklı bir endişe içindeyim. Evet bazen mezarlıklar okullaşır, okullar ise mezarlaşır. Sahi yeraltından fışkıran bunca çığlığı duymuyor muyuz? Bir insana yapılan kötülüğün bütün insanlığa karşı işlenmiş olduğu gerçeğini bile bile daha ne kadar susacağız? Sözüm elbette önce kendisini aydın, sanatçı ve alim görenleredir. Gerçek demokrasi için olmasa bile, lise bir öğrencisi Nevzat Encü için söyleyecek bir sözü bulunmayan öğretmenlere de ne diyebilirim ki!
Not: Gazeteci Serkan Ocak’a Uludere’de yaşanmış bir acı gerçeği bize doğru tanıttığı için ayrıca teşekkür ediyorum
|