İlker Başbuğ’un tutuklanmasını gazetelerde yorumlayacak yazarlara bakıyorum dün...
Anlı şanlı yazarlar Başbuğ’un tutuklanmasını dört başı mamur yorumlamak yerine, kendi pozisyonlarını anlatma derdine düşüyorlar...
Herkes bir gard alma, herkes “kendisinin tutuklanmasını gerektiren bir durumun olmadığını anlatmanın” telaşında...
Acıklı bir durum bu...
Bu psikolojiyle kalem gitmez, bunu biliyorum...
“Korku” yönetiyor Türkiye’yi...
İçeri girme korkusu...
Tutuklanma korkusu...
Başına bir şey gelme korkusu...
***
Bu korku sadece muhlalif kalemlere ya da siyasetçilere ait bir konu değil...
Fikirleri şu anda iktidara yakın olanlar da korkuyorlar...
Önceki gece bir televizyon programında sunucu, canlı yayında gönderilen bir maili okuyor...
Şöyle diyor mail:
-“Güç sizde şimdi... Yarın bu yaptıklarınızın hesabını yargı önünde verdiğinizde ne olacağınızı çok merak ediyorum...”
Bunu okuyan moderatör programın konularını bırakıp “gelecekte nasıl hesap vereceğini” anlatmanın derdine düşüyor...
Yorumculardan biri, “Onlar iktidara gelirse, bizi yargılamazlar, direkt asarlar” diye hüküm bildiriyor...
Bu sözde güçlü görünenin, yani “iktidar yanlısı pozisyondakinin” psikolojisi...
Bu psikolojinin hakim olduğu bir zihniyet, iktidardan düşmemek için ölümü göze alır...
Çünkü iktidardan düşmenin “ölmek” anlamına geleceğini düşünüyor...
***
Muhalif kalemler ise “Kendilerinin ne kadar darbe karşıtı olduğunu ispatlamaya çalışıp, başkalarına projektör çevirmenin telaşı içindeler...”
Bu toz bulutunun ortasında, dünyayla ilgili bir miktar beyin fırtınası yapabilmek için, Habertürk televizyonuna takılıyorum...
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye, İran ve Ortadoğu’yu anlatan, derin analizler yapıyor...
Bir ara hiç beklemediğim “muhteşem” bir analiz geliyor Davutoğlu’ndan...
Uzun zamandır sadece yakın dostlarıma seslendirdiğim bir analizi Davutoğlu şapdadanak söylüyor...
Önce bir soru soruyor, Suriyeli yetkililere de sorduğunu söylediği:
-”Bana demokrasinin olmazsa olmaz tek bir şartını söyler misiniz?..” diyor...
İçimden “sandıktan bahsedecek herhalde” diyorum...
Oysa Davutoğlu hiç beklemediğim cevabı anında yapıştırıveriyor...
-”Demokrasinin olmazsa olmaz tek şartı, iktidardan düşen partinin, muhalefette hiçbir şey olmamış gibi normal faaliyetlerine devam edebilmesidir... Demokrasinin şartı iktidar ve muhalefetin barışçıl bir şekilde yer değiştirmesi ve bir süre sonra muhalefetin tekrar iktidara gelebileceği barışçı düzenin sürmesidir... Suriye’de Beşşar Esad’a bunu söyledik... Bu var mı dedik... Bu varsa demokrasi var... Bu temel şart yoksa demokrasi yok...”
***
Muhteşem bir analiz...
Elbette Türkiye bir Suriye değil...
Fakat orada olsam Ahmet Davutoğlu’na şunu soracağım:
-”Bu dediğiniz şartın Türkiye’de gerçekten olduğuna inanıyor musunuz?..”
Muhalif kalemler ‘Benim başıma ne gelecek’ diye içten içe korkup sürekli pozisyon alıyor...
İktidara yakın duranlar ise, “Yarın fikirlerimiz iktidardan düşerse bizi yargılamazlar bile... Direkt asarlar...” diye görüş bildiriyor...
Böyle bir ülkede demokrasinin barışçıl el değiştirme mekanizmasının işleyeceğine inanıyor mu Davutoğlu...
İktidar veya muhalefete yakın “kalemleri veya siyaseti esasen korkunun yönettiğini” söylemek yanlış mı?..
***
Bir insanın geleceğini düşünüp, ürkmesi ayıp bir şey değil...
“Ne ölümden korkmak ayıp... Ne de düşünmek ölümü...” demişti Nazım...
Nazım gibi nice ölümler ve sürgünlerden geçmiş bir efsanenin ötesinde bir cesareti göstermesi kimseden beklenmeyecek herhalde...
Bugün konuşanların bir kısmı, müstakbel tutuklamalardan bahsediyorlar...
Diğer kısmı ise geleceğe yönelik “tarih yargılayacak sizi” diyerek sonraki dönemlerin yargılamalarına referans yapıyorlar...
İki taraf birbirine sürekli “Korku ve ölüm enjekte ediyor...”
Korku, tutuklanma, hapse gönderme, yok etme ve ölüm, iki tarafın birbirine gösterdiği susturucusuz silahın silüeti...
***
Stephen Hawking, dünyaya Einstein’dan sonra gelen en büyük teorik fizikçi olarak kabul ediliyor...
Cambridge’de yaşayan ‘quantum fiziği’nin dehası olarak bilinen Hawking, “insanlığın içindeki insanı yok etme duygusu”nun, önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde dünyada nükleer bir felaket yaratarak, insanlığı yok edeceğini söylüyor...
Hawking’i, geçen yıl CNN’de Larry King’le yaptığı canlı yayında izliyorum...
Dahi bilimadamı hastalığından dolayı sesi çıkmadığı için, özel bir bilgisayara yazarak, bilgisayarın çıkardığı sesle Larry King’in sorularını yanıtlıyor...
İnsanlığın içindeki “birbirini yok etme arzusunun maalesef nükleer bir felaketle” sonuçlanabileceğini söylüyor...
İnsanlığın varlığını devam ettirebilmesinin tek koşulunun, “Mars ya da bir başka gezegende hayat kurarak, uzayı kolonileştirmesi olduğunu” söylüyor...
“Aksi halde dünya bitecek, insanlık da bitecek” diyor...
Bunun nedeni, insanın insanı yok etmek konusunda halen önüne geçemediği iştahı...
***
Quantum çalışmalarından bu durumu çok iyi biliyoruz biz...
İnsan egosunun nasıl canavarlaşma eğilimi taşıdığını ve türdeşini nasıl yok etme iştahına sahip olabildiğinin üzerinde çalışıyor quantum...
Türkiye’de insanlar bugün “korkunun yönettiği, korku merkezli” inanılmaz bir yokediş süreci içindeler...
Buradan hep birlikte çıkmamızın ve kurtulmamızın tek; sadece tek bir yolu var...
“Herkes bu ülkede, birarada yaşamayı kabul edecek... Gerçekten kabul edecek... Diğerinden hesap sorma altında onu ezip yok etmeyi düşünmeden... Varlığına saygı göstererek, hayat biçimine saygı göstererek, onun yaşama alanına müdahale etmeyerek...“
Farkında değil ki insanlık, “başkasını yönetmeye kalktıkça, kendi kendini imha ediyor...”
Hayat korkuta korkuta öğretecek başkalarını korkutmaması gerektiği gerçeğini...
Hem Türkiye’ye hem de insanlığa...
*****
GÖREVİMİZ TEHLİKE...
Ben “Görevimiz Tehlike” dizisini seyretmeye başladığımda 11 yaşındaydım...
Televizyon Türkiye’ye yeni gelmiş, biz yabancı dizilerle yeni haşır neşir olmuştuk...
Görevimiz Tehlike dizisi başlarken, içimde adını koyamadığım garip bir heyecan olurdu...
Biri güzel bir kadından oluşan dört kişilik ekip, inanılmaz operasyonları başarıyla yapardı...
Dizinin başında ekip liderine, kendi kendini imha eden bir kasetten “Göreviniz Jim eğer kabul edecek olursanız...” diye başlayan bir talimat gelirdi...
Sonra bant kendi kendini yok ederdi...
Fitilin ateşlenmesiyle biraz sonra olacakların heyecanı içinde, yerimden kıpırdayamaz, neredeyse ekranın içine girerdim...
***
Dün Ayşe Nazlı gittikçe gelenekselleşen Cumartesi sinemalarımızda “Baba Görevimiz Tehlike filmine gidelim...” dedi...
Hiç ikiletmedim kızımı...
Mars sinemalarından yeni kartım gelmiş, yılın ilk sinema şölenine yer ayırttım hemen...
Tom Cruise oynuyor yeni Görevimiz Tehlike’nin başrolünde...
Yapımcılardan biri de o...
Fakat nasıl bir görsel zenginlik katılmış filme anlatılmaz...
İnanılmaz bir temposu var...
Moskova Kremlin’de patlayan bombalar, Dubai’de kum fırtınası ve Hindistan egzotizminin görsel efektleriyle süslü muhteşem tempolu bir Görevimiz Tehlike filmi bu...
Filmin gidişinden, devamının çekileceğini de anlıyorsunuz...
11 yaşında seyretmeye başlamıştım Görevimiz Tehlike’yi...
O kadar sevmiştim ki yıllar önce TRT’de Emin Çölaşan’la Mehmet Barlas arasındaki, dev Ateş Hattı tartışmasını, onun müziği ve jeneriğinden bir bölümle süslemiştim...
***
Mission Impossible yani Görevimiz Tehlike değil, “İmkansız Görev”dir dizinin esas adı...
Ateş Hattı için de Barlas-Çölaşan tartışmasına atfen, “İmkansız Görev” tanımlamasını kullanmıştım...
Şimdi kızım 11 yaşında ben 51...
Ayşe Nazlı da kırk yıl sonra, kendi çocuğuyla izleyecek mi acaba Görevimiz Tehlike’yi...
Kim bilir?..
|