Sanki ben babamın sözünü dinlemişim gibi; söz dinletmek adına boş konuşuyorum belli ki...
Yine de söyleyeyim söyleyeceğimi de, belki biri görür de “babamız ne yazmış” diye merak eder...
Açık ve net söyleyeyim...
Üç çocuğum var, ellerinizden öper...
Hiçbirinin gazeteci olmasını, gazetecilik yapmasını, gazeteci kalmasını arzu etmem, istemem, teşvik etmem...
***
Gözümün önünden gitmiyor 1980’in bir kış günü Ankara Çankaya’daki evimizin geniş salon salamanje biçimindeki L tipi oturma düzeni...
Peder beyle valide hanım, Siyasal’la, Basın Yayın’daki hocalarımı eve davet etmişler...
Hocalar bana brifing vermekteler:
-”Sakın ola gazetecilik yapma çocuk... Bu okul her yıl 150 mezun veriyor... Aralarından 15 gazeteci çıkmıyor... On kişide bir bile değil... Çıkan o kişi de meteliğe kurşun atıyor... Gazetecilik akıl karı değil bu memlekette...
Sen iyisi mi derslerini iyi tut...
Hocalarla ilişkini sıkı tut... Okulda kal...
Baban gibi, bizim gibi akademisyen ol...
Uçmasan da sürünmezsin...
Ele güne muhtaç olmaz, işsiz ortalıkta gezinmezsin...”
***
Geçmiş zaman...
Hatırladığım üç profesör, bir de doktoralı öğretim görevlisi, biriki de dışardan okumuş yazmış münevver takım aidiyet vardı, evin geniş salonunda bana bunları söyleyen...
20 yaşında stajyer muhabir tıfıl bir devrimci yetmeyim...
Ekonomik Haber Ajansı gibi, adı sanı duyulmamış bir ajansta, elime sarı basın kartı niyetine çakma bir sarı kartondan kart vermişler...
Kendimi rahmetli Abdi İpekçi’nin yerine yetiştirilen müstakbel bir “gazeteci-yazar” görmekteyim...
Rahmetli Örsan Öymen o günlerde idolüm...
Hicivle süsleyerek yazdığı yazılar ortalığı inletirdi...
Çok sonraları öğrendim ki, ona “Seni öldüreceğiz” diye haber gönderdiler bir süre sonra...
Çoluğunu çocuğunu, Avusturyalı eşini, pılını pırtısını toplayarak Almanya’ya gitmişti de anlayamamıştım;
“Allah Allah” demiştim, “Ne güzel yazıyordu... Almanya’da yazılarının pırıltısı yok oldu...”
Örsan Abi, o günlerin ülkücüleri tarafından “öldürüleceği” iması yediği yetmezmiş gibi, bir de 12 Eylül’de içeri alınarak gözdağı verilmişti...
“Biraz daha yazarsan gökyüzünü göremezsin” mesajı iadeli taahhütlü kendisine sunularak...
Mehmet Barlas kurtardı Örsan Abi’yi o günlerde hapisten...
***
Tabii ben bunları anlayacak kafada ve olgunlukta değilim, devrimcilikten gelmekteyim...
Peder Bey’in kankası, öğrencisi hocalar, benim için “kurulu kapitalist düzenin yedek lastikleri, stepneleri...” o günlerde...
Düzenle uzlaşmış, ruhunu düzene satmış, gençlik ideallerini ruhundan söküp atmış, kaypak, güvenilmez küçük burjuva aydın tipleri onlar...
Farkında değilim tabii ki Türkiye’de gazetecilik diye bir standart mevz-u bahis değildir...
Demokrasi diye bir standart yok ki bu ülkede, gazetecilik diye bir standart olsun...
***
Bir gün içerdesin, bir gün dışarda bu memlekette...
Bir darbede içeri girersen, öteki darbede el üstünde tutulabilirsin...
İktidara sürekli karşı çıkarsan, müzmin muhalif olup içeriyi her an ziyaret edebilirsin...
İktidara karşı çıkmazsan, “dönek yaftası” alıp gazetecilik yerine mumurdan sıfatıyla sayılırsın...
Darbelere açıktan karşı çıkman pek mümkün değil büyük bir gazetede...
Yerinde hafif kıpırdamaya kalksan “vatan haini” damgasıyla meydanlarda ismini duyarsın...
Kıpırdanmazsan, generallerin emir erinden bozma bir havan olur...
“Emirlere karşı çıkmadığın ölçüde görüşlerin dinlenir!..”
***
Elbette bunların hiçbirini bilmiyorum daha o günlerde...
Bana brifing veren muhatabım hocalar da bunları söylemiyorlar...
Söyleseler aklım elverecek, belki vazgeçeceğim gazetecilikten...
Oysa durup durup “evladım gazetecilikten ekmek yemen mümkün değil... Okuldan mezunların onda biri gazeteci olamıyor... Olanlar da eve ekmek götüremiyor...” bunu anlatmanın derdindeler...
Onları dinlemiyorum bile...
“Ben gazeteciyim” diye feci hava basmaktayım...
Cebimde plastik kaplamanın içindeki hüviyet bozuntusu sarı karton kağıda güvenerek...
Cebindeki plastik kaplamalı kartonu gazeteci hüviyeti zanneden Don Kişot özentisi tıfıla, ısrarla “Sakın Don Kişot olma” diyorlar...
O da “Ben Don Kişot’um” diye cevap veriyor...
Deseler ya “oğlum bu ülkede Don Kişot olmaya kalkan nice yiğitler, ortada ‘don’suz cascavlak bırakılıverdiler...”
Deseler de ne fayda?..
Örsan Öymen’lerin Abdi İpekçi’lerin, Uğur Mumcu’ların düzenle uzlaştığından dem vurmaktayım o günlerde...
Bombayla hunharca öldürülen hocam Ahmet Taner Kışlalı’lar zaten düzenin has adamı o günlerde gözümüzde...
Bilmiyoruz hepsinin birer birer vurulup öldürüleceğini gazetecilik yapacağım derken...
Örsan Abi kurtarıverdi kendini öldürülmekten, basıp giderek Almanya’ya da onun da kalbi yetmedi kalp krizinden rahmetli büyük gazeteci...
***
Bir askeri darbe, bir post modern darbe, biri, bir öncekiyle kan davalı otuza yakın hükümet ve iktidar gördüm bu 31 yıl içinde...
Valide hanım burnunu biraz fazla sokmaya kalkardı çocukluktan beri benim işlerime...
Ona duyduğum psikolojik tepkiden, ömür boyu kimsecikler, talimatlar veremediler, derin ve siyasi ilişkilere, bağlantılara sokamadılar, bu tıfıl genci...
Annesinin işlerine burnunu sokmasından, kimselerin öğütlerine, teşviklerine, gazlamalarına, müstakbel bonuslarına kulak asmadı genç gazeteci...
Muktedirler bir türlü anlayamadılar, neden bu velet ele avuca gelmemektedir?..
Bilemezlerdi elbet validesinin işlerine burnunu sokmaktaki dayanılmaz ağırlığı, hayat boyu hiç kimsecikleri hiçbir konuda işine bulaştırmamaya yeminli kılmıştı o genci...
Defalarca işinden oldu...
Fakat cascavlak ortada kalan “don”suz olsa da Don Kişot olmaktan vazgeçmedi...
Ne ticari patronlar ne derin ne de siyasi patronlar telkin veya talimat aktaramadılar ona...
***
Şimdi yeni soruşturmalar, yeni tutuklamalar, yeni psikolojik savaşlar var Türkiye’nin gündeminde...
Dünün büyük ve parıltılı gazetecileri, bugün ne olacağım korkusundalar...
Bugünün parıltılı gazetecileri de dün ne olacağım kokusundaydılar...
Bir de yeniler var...
Onları da istikbalde göreceğiz...
Çocuklarım bu ülkede gazetecilik yapmaya kalkacaklar öyle mi?..
Demokrasi standardı olmayan ülkede, gazeteci standardı yaratmaya çalışacaklar...
Umarım bunları yazan ve söyleyen babalarına, bir zamanlar bir tıfılın babasına yaptığı gibi ceplerinden plastiğe sarılı çakma karton kimlikleri çıkartıp “gazeteciyiz biz” tafrası atmazlar...
Kendilerini bu ülkede gazeteci zannederlerse üzülürüm...
Babalarının meslek şizofrenisi onlarda da devam ederse, nasıl bakarım ben torunlarımın yüzüne?..
*****
YİĞİT BULUT’UN ATILMASINA TEF ÇALANLAR...
Bir insan işinden olduğunda, arkasından tef çalmayacaksınız...
Gün gelir siz de işinizden olursunuz...
O zaman başkaları arkanızdan tef çalacaktır, çok derinden üzülürsünüz...
Yiğit Bulut’u sevmeme hakkına sonuna kadar sahipsiniz...
Bu kişisel bir tercih...
Onun gazeteciliğini doğru ve iyi de bulmayabilirsiniz...
Bu da size ait bir tasarruf...
Fakat insanların kötü günlerinde, onların düştüğü kötü durumla alay etmek, bir miktar “günah” işlemek demek...
***
Kötülük yapan kötülük bulur...
Evrenin yapılan hiçbir şeyin bedelsiz kalmaması yasası tavizsiz işler...
Dün baktım da, bu kadar insanın bu kadar berbat şekilde “Jöle kafa gitti” diye alay etmesi, hiç de hoş değil...
Yiğit Bulut’un zamanında günahsız yere işten çıkarttıkları, “Adalet yerini buldu” diye rahatlayabilir...
Buna ses çıkarmam...
Fakat Bulut’la iyi kötü hiçbir hesabı olmayanların, azılı bir linç kampanyasının gönüllü ferdi imişcesine taş atmasını “onlar adına” mazur gösteremem...
Bir gün aynı olay onların başına da gelebilir...
|