Bugüne değmeyen, bugünle hesaplaşmayan bir “tarih yüzleşmesi”nin, ‘bugün’ü perdelemenin, dünü bugüne örtü yapmanın aracı olmaktan başka neye yarar? Farklı boyutlarda yapılan hesaplara ‘toplumsal rıza’ arayarak meşruiyet kazandırmanın bir yöntemi de bu çarpıtılmış, içi boşaltılmış “yüzleşme” masalı oluyor. AKP iktidarının, el attığı her tarihsel soruna dair kullanmaktan hiç imtina etmediği bir yöntem… Bir sorun ve mağduriyetin yarım ağız dile getirilmesinden ibaret olan ‘yüzleşme’ söylemi, gerçeğin ve çözümün yerine geçiriliyor, sonuçta ‘dün’ yeniden güncellenerek tekrarlanıyor. Bir yandan “toplumsal değişim” ihtiyacı tatmin edilmeye çalışılırken, diğer yandan da somut hiçbir karşılığı olmayan “değişim ve değiştiren” illüzyonuyla, güncel politik hesapların peşinde koşuluyor.
Son Dersim tartışmasından hareketle başlatılan, 12 İmam Orucu ve Aşura günlerinde devam ettirilen de böylesi bir yaklaşımdı. Başbakan’ın “Dersim özrü”, bugüne dair hiçbir değiştirici boyut taşımamasına karşın öylesine köpürtülerek sunuldu ki, Dersimlilerden ve giderek Alevilerden hesap sormaya kadar geldi iş! “Dersimliler ve Aleviler, kendi katillerinin yani Kemalistler ya da CHP’nin yanında nasıl saf tutarlar?” sorusu ekseninde, “Stockholm sendromu”na da işaret etmeyi ihmal etmeyen bir tartışma açıldı. Elbette, hesap sormanın ötesinde, güncel politik hesaplara ayarlı bir yönlendirme oluyor bu tartışmadan murad edilen.
Evet, Alevileri AKP’ye yönlendirmenin tartışması bu. Mesele getirilip sadece “Aleviler neden CHP’den kopamıyor?” parantezine sıkıştırılmışsa, Dersim tartışmasının AKP iktidarı açısından gerçek anlamı da sergilenmiştir aslında: Dersimlilere, Alevilere AKP’nin pazarlanması!
Ötesinde ise bir köşe yazısına sığdırılamayacak çok boyutlu bir tartışma konusu var. En başta, Dersimlilerin de Alevilerin de her dönem CHP’nin arkasında olduğu tezi ne kadar doğrudur? Hadi bunu geçtik diyelim; Alevilerin CHP’yle yakınlığını tartışırken, bunun en temel nedenlerinden birinin bizzat AKP’nin de içinden geldiği tarihsel-siyasal-ideolojik geleneğin kendisi olduğu nasıl gözlerden kaçırılır?
***
“Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı. Bakanlık görevim boyunca MİT’ten bilgi alamadım... Yörükselim Mahallesi’nde canilerin elinden kurtulan 10 yaşındaki bir çocuk kaçarak komşularına sığınıyor ancak onca yıllık komşuları onu evine almıyor. Yine bir kişiyi ağaca çivileyip ateş ederek öldürüyorlar. En vahşi olaylardan birisi de kocaman bir kazanda kaynar suya atılarak öldürülen çocuk cesedi bulduk…”
Bu sözler, 33. yıldönümünden geçtiğimiz Maraş katliamı sırasında İçişleri Bakanı olan Hasan Fehmi Güneş’in. Yaşananın Alevilere yönelik bir kontrgerilla katliamı olduğu artık aşikar, inkar edilemez bir gerçek. Ama atlanmaması gereken bir diğer şey de yok mu:
Ellerindeki satır ve palalarla saldırıp küçücük çocuğu diri diri kaynar kazanda pişirebilenler “Allah için gazaya” diye bağırıyorlardı… Sivas Madımak’ın önünde binlerce kişi ‘tekbir’le insan yakımını selamlıyordu!.. Gidelim Dersim ‘38’e; bir devlet katliamıydı kuşkusuz. Silahları, üniformaları, kasaturaları “Kemalist rejim” patentliydi katliamcıların. Ama çoluk çocuğu süngüden geçiren, ellerindeki kesik başları gülerek, mutlulukla fotoğraflayan o “Tedip alayları”nın bin yılların Alevi-Kızılbaş düşmanlığıyla katle koştuğunu nasıl görmezden gelebiliriz ki?
Daha gerilere gitmek, Yavuz Selim’den başlayarak Sünni-Müslüman’ın o kirli ve alçakça önyargılarla Aleviye karşı konumlandırılması hikayesini anlatmak gerekmiyor herhalde.
Öyle tesadüfi, kendiliğinden değil, iktidarlara da içkin tarihsel-ideolojik bir konumlandırma bu ve güncelliği de sürmekte halen:
“…aslen Nuseyri olan, Ermenilerden, Süryanilerden meydana gelmiş Tunceli civarındaki Aleviler bu işin arkasında…” sözleriyle, ülkenin güvenliğine dair tehdite işaret eden AKP’nin iktidar ortağı Fethullah Gülen’den başkası değil.
Şimdi bu Gülen ve iktidarı kendileriyle yüzleşmeye çağırıyor Alevileri, Dersimlileri!
***
Evet, Alevileri dönem dönem birilerinin eline mahküm ettiren bir tarihsel-güncel ‘korku’dan bahsetmeden durum anlaşılamaz. Binlerce yıldan süzülen ve son 30 yılda bile birçok kez karşılarına dikilip canlarını yakmış, ideolojik-kültürel-politik boyutlarıyla kanlı canlı bir ‘korku’ bu. Bizzat bu korkuyu yaratan tarihsel gelenekten günümüze uzanmış ve bırakın hesaplaşmayı, o geleneğin bütün günah(kar)larını gönül ferahlığıyla sahiplenmiş bir misyon var ortada: Alevi düşmanı Ebu Suud’a güzellemelerden tutun da miting meydanlarında Alevileri yuhalatmaya, Sıvas katliamı sanıklarını zamanaşımından kurtarmaya, Maraş anmasını yasaklamaya kadar…
Alevilere özeleştiri verip özür dilemesi gerekenlerin onlardan hesap sorar pozisyona gelmelerine ne demeli şimdi?
Bir ucubeliktir, sürüyor işte:
“Alevi açılımı” denildi, din bilgisi kitaplarına Sünni bakışıyla Alevilik tarifi ekleniverdi!
“Dersim katliamı” dendi, şimdi Dersimlilerden özeleştiri bekleniyor!
“Kürt açılımı”ndan bahsetmeye gerek yok zaten, malum, hukukçulardan sonra gazetecileri de kuşatmış durumda ‘açılım’ hazretleri!
Bu arada, Fransa’ya da ifade özgürlüğü dersleri ihmal edilmemekte pek tabii!
Ve bütün bunlar hep tarihle yüzleştiğiyle övünen bir iktidar döneminde oluyor.
Uzatmaya gerek kalmıyor, tek söz yetiyor aslında:
Yüzleşmeyen yüzsüzleşiyor!
|