Sizin için “reyting malzemesi”ydi, ekrana çıkarıp hoşça vakit geçiriyordunuz, gülüyordunuz, yaptığı benzetmelerde “espri” vehmedip bilmiş bilmiş kafa sallıyordunuz...
Cübbesi üzerinde ilk tepinen siz oldunuz.
Oturduğu saray yavrusu villayı “müşterinin” gözüne sokarak esasında ne anlatmaya çalışıyorsunuz? “Bu dinciler işte böyle ahlaksız adamlar” mı?
Stüdyoda ağırladığınız günlerde de biliyordunuz hal-i pür melalini ve o saray yavrusu villada oturduğunu... “Ben artık Cem Yılmaz’a değil, cübbeli hocaya gülüyorum” dediğiniz zamanlarda da biliyordunuz eğilimlerini, zaaflarını, müktesebatını, dindar çoğunluk nezdinde ifade ettiği değeri...
Her bir şeyini farkındaydınız...
Üstelik, kaset ilk size gelmiş de, yayınlamamışsınız...
Bununla övünüyordunuz...
Utanmadan da, “etik, ilke, özel hayatın dokunulmazlığı, pornografik merakın insanı düşürdüğü çirkin tecessüs hali” filan gibi laflar ediyordunuz.
Nasıl da şahane, nasıl da her derde deva, nasıl da ergonomik laflar ediyordu oysa, değil mi?
Hoca konuştukça kendinizden geçiyordunuz...
Mesela, “cemaat” diyordu; cemaatin güya sapkın hallerinden söz ediyordu; ağzınız kulaklarınızda sırıtarak, ne sırıtması, “böğürerek” gülüyordunuz...
Mesela, “dinler arası diyalog” diyordu; dinler arası diyalogdan yana olanların cebinde gizlice haç taşıdığını söylüyordu... Gülmekten gözlerinizden yaşlar geliyordu.
Mesela “İran Müslümanlığı” diyordu... İran Müslümanlığının küfürle eş değer olduğunu söylüyordu... Yerlerde tepiniyordunuz.
Dönüp, bir Yaşar Nuri Öztürk’e vuruyordu.
Bir Hayrettin Karaman’a...
Bir Cumhurbaşkanı’na vuruyordu...
Bir Başbakan’a...
Bir AK Parti’ye vuruyordu...
Bir parlamentoya.
Memnundunuz...
Karalamadık cemaat, grup, oluşum, siyaset, dernek, ocak, parti, mezhep, meşrep, farklı din anlayışı bırakmıyordu...
Dudağınızı kemire kemire, göbeğinizi
hoplata hoplata gülüyordunuz.
Hem para getiriyordu ve reytinglerinize tavan yaptırıyordu; hem de siyasi getirisi olan konularda “nokta atışlar” yapıyordu...
Dolayısıyla, biricik din bilirkişisi, biricik cemaat önderi, biricik İslam âlimiydi...
Ne oldu?
Elinize gelen ama “yayınlamamakla” övündüğünüz kaset faş edildiği için mi “Uçkur düşkünü, ilkesiz, ahlaksız adam” oluverdi?
İşte efendim, oturduğu saray yavrusu villada her türlü konfor varmış ve her tarafta Osmanlı motifleri hâkimmiş... Yerden tavana kadar yaklaşan ahşap duvar saati, kristal avize, şamdan ve aynalar, porselen vazolar, duvarda büyük boy tablolar, kadife perdeler, vs... Çalışma odasında ise “ortopedik bir koltuk” tercih edilmiş...
Böyle de dünyevi zevklere düşkün bir adammış...
Ele verir talkını imiş...
Madem öyleydi, neden gecelerce stüdyoda ağırladınız?
Neden söylediği her sözde “keramet” ve “yüksek siyaset” vehmettiniz?
Başkalarının zaafları ve uçkur düşkünlüğü üzerinden kendinizi temize çekmeyi bırakın da, dönüp “kendi vaziyetinize” bakın...
Kendi oturduğunuz saray yavrusu villaya, kendi ilişkilerinize, kendi yatak odanıza, kendi ahlakınıza, kendi nezahetinize...
Hangi değeri, hangi ilkeyi temellük ettiğinize bakın...
Bakalım, kaç “cübbeli potansiyeli” taşıyorsunuz içinizde
|