İnsanlar yalanda yaşamak istemiyor. Gerçeği, olan biteni daha yakından görmek istiyor. Ne kadar inkâr etmeye kalkışsan, artık mümkünü yok olmuyor. Yaşanmışlıklar bir bir gün yüzüne çıkıyor. Ayrıca toplumların barışık hale gelmeleri, olgunlaşmaları başka türlü mümkün değil
Yaşanmış tarih... Yazılmış tarih... Ya da bizi hep yalanda yaşatmak isteyen resmi tarih...
“Bu ülkenin ‘yaşanmış tarihi’ ile ‘yazılmış tarihi’ arasında çok büyük farklar olduğunu biliyoruz. Zaman geçtikçe yaşanmış tarihin yaşanmışlıkları gün yüzüne çıktıkça, yazılmış tarihin harfleri dökülmeye, cümleleri anlamsızlaşmaya başlıyor.” (*)
Aynen öyle.
‘Resmi tarih’in eski gücü artık yok.
İnsanlar yalanda yaşamak istemiyor.
Gerçeğe yaklaşmak, olan biteni daha yakından görmek istiyor.
Ne kadar üstünü örtmek istesen, ne kadar inkâr etmeye kalkışsan, artık mümkünü yok olmuyor.
Yaşanmışlıklar bir bir gün yüzüne çıkıyor.
İyi de oluyor.
İnsanların, toplumların birbirleriyle barışık hale gelmeleri ya da olgunlaşmaları, iç huzurlarını yakalamaları başka türlü mümkün değil.
Çağan Irmak’ın Dedemin İnsanları filmini seyrederken de aklıma takıldı bu duygu ve düşünceler...
Bu arada biraz ağlamak da bazen ihtiyaç...
Çok güzel bir film Dedemin İnsanları.
Girit göçmenleri, mübadele yılları, savaş sonrası dönemlerin ana baba günleri ve sonra toplumda bir türlü yerine oturamayan taşlar...
Filmi severek seyrederken, Midilli’den büyükbabamın, Makedonya’dan babaannemin, Kafkasya’dan Gabardey dedemin ve Gürcistan’dan anneannemin İstanbul’da nasıl buluştuklarını, Anadolu’nun nasıl bir ‘tımarhane’ olduğunu, “Kökler kaybolmaz oğlum!” diyerek ailemizin Kuban Nehri kıyılarına, Krasnodar’a kadar uzanan köklerini anlatan dayımı anımsadım.
Dedemin İnsanları’na çoluğu çocuğu götürmek lazım.
Görsünler, bir nebze olsun hissetsinler nereden nereye geldiğimizi, yaşanmışlıkların neler olduğunu anlamaya, bugün yaşananların şifrelerini çözmeye ya da üstünde düşünmeye çalışsınlar.
Bizim zamanımızda böyle filmler yoktu.
‘Resmi tarih’le büyüdük biz.
Yalanda yaşatılmak istendik.
Ama artık devir değişti.
Ağır ağır sıra hepsine geliyor, gelecek de.
Gizli kalan bir şey olmayacak.
1938’in Dersim’i de, 1934’ün Trakya olayları da, 1942’nin Varlık Vergisi de, 1956’nın 6-7 Eylül’ü de karanlıkta kalmayacak.
Kitaplarıyla, romanlarıyla, filmleriyle her geçen gün daha çok aydınlanacak.
Geçmişi, dolayısıyla bugünü karanlıkta tutmak isteyenlerin herhangi başarı şansı yok.
Bu gerçek, Murat Saraçoğlu’nun güzel filmi Yangın Var’ı seyrederken de kendini ele veriyor.
İçiniz acırken de, gülerken de, Kürt sorunu nedir ne değildir çok hissediyorsunuz.
Kürtler olsun, Lazlar olsun yüreği, vicdanı olan insanların barışı birlikte yakalamalarının hiç de güç olmadığına insan ilişkilerinin yumuşaklığı içinde daha iyi akıl erdiriyorsunuz.
Bu filmleri seyrederken Türkiye’nin geleceğine dönük iyimser duygular edindim. Barışın şifreleri her geçen gün daha fazla çözülüyor bu ülkede...
Varsın Mehmet Ağar konuşmasın!
O konuşmuyor ama biz biliyoruz.
Susurluk’un, faili meçhul cinayetlerin ne olduğunu Mehmet Ağar devletin içinden, ‘yaşanmışlık’tan biliyor.
Biz de biliyoruz.
Ama yine de konuşması lazım.
Bir daha o yaşananların yaşanmaması için, devletin demokrasi ve hukukla tanışması için, bu ülkenin gerçek barışa kavuşması için konuşması lazım Mehmet Ağar’ın da...
İyi pazarlar!
|