Bir sır, seksen yıl taşınır mı? İnsan yaşamının en ağır yarasını öz oğlundan bile saklar mı? Bir gün, annenizin aslında sizin tanımadığınız biri olduğunu, daha doğrusu şimdi tam kendisi olan kadının aslında dibe bastırdığı başka bir kimliğinin olduğunu öğrenirseniz ne yaparsınız?
Şeristan’ınki acı bir hikaye... Acı ama bu topraklarda çok sık yaşanan bir hikaye... Yavuz Ekinci’nin “İncir” adlı öyküsünden yola çıkarak Tayfur Aydın’ın senaryosunu yazıp yönettiği “İz - Rêç” yalnızca topraklarından değil, kendi benliğinden bile koparılmış olan insanların acı öyküsünü 80 yaşını aşmış Şeristan Ana’nın üzerinden anlatıyor.
Êlîh’deki (Batman) yakılıp yıkılmış köyünden göçe zorlanan Şeristan, İstanbul’un varoşlarında, oğlu Mirza, torunları Hevi, Leyla ve Meryem ile birlikte yaşamaktadır. Ölüm yakındır artık ve Şeristan’ın oğlundan tek isteği, köyüne gitmek ve orada ölmektir. Ama hepsi bu kadar değil; bir süre sonra aslında bunun daha derin bir vasiyet olduğunu, ölümün kıyısındaki kadının kendi kimliğine ve sırrına gömülmek istediğini de anlarız. Köye el koymuş korucuların tehditlerinden korkmadan, ölümü göze alarak dizlerine kadar gelen kar içinde annesinin tabutunu taşıyan Mirza, bu derin gerçeği ve isteği bilmektedir. Kimliğini inkar ederek İstanbul’a tutunmaya çalışan ve Lütfü Akad filmlerinin “kentte bozulmuş çocuk” tiplerini andıran torun Hevi ise bu çılgın inadın sebebini çok sonraları anlayabilecektir. Mirza’nın yükü biraz da bu yüzden ağırdır zaten.
Böylece ortaya, aslında Kürt coğrafyasının trajik bir tarih özeti de çıkar; 1915’ten 1990’lara dek uzanan kıyım, Ermenilerden Kürtlere uzanan bir kanlı çizgi, Şeristan’ın kişisel tarihinde ve sırrında gizlidir.
“İz”, öyküsüyle, mekanları ve insanlarıyla sırıtmayan, gerçeklik duygusundan kopmayan bir film. Kürtçesi’yle de... Türkçe bilmeyen Şeristan’da tam, Mirza’da ağırlıklı, Hevi’de ise yok denecek kadar az. Tren şefiyle konuşan istasyon görevlisinde Türkçe, aynı görevli Mirza’ya döndüğünde ise Kürtçe. Bugünkü şizofrenik gerçek yaşamda olduğu gibi.
Coğrafyasının acılarını zaman zaman doğa belgesellerine yaklaşan kamerasıyla anlatan Aydın, kesinlikle iyi niyetli bir iş yapıyor ve sağlam bir eksen-öykü koyuyor ortaya. Sinema, esasen cambazlık yapan değil, öykü anlatan bir şeydir ve “İz” bunu yapıyor. Tabii ki birçok yönden eleştirebiliriz filmi. Belki de en çok eleştirilmesi gereken yanı, filmin yan öykülerini ve yan karakterlerini eksendeki öykü ile uyumlu bir biçimde götürmemiş olmasıdır. İstanbul’da gördüğümüz her şey İstanbul’da kalıyor ve biz sonradan öyküyle bir biçimde buluşacağını sandığımız kız kardeşleri ve onların kendi özgün hikayelerini unutup gidiyoruz. Hatta Hevi’nin kırık aşkı bile. Evet, bir öyküde eksen kabul edilen tema üzerine aşırı yoğunlaşarak onun yanında akıp giden yan öyküleri zayıf renkler olarak vermek mümkündür ama biz, filmin on beşinci dakikasından sonra İstanbul’dan öyle bir kopuyoruz ki, tüm yük baba ve oğulun sırtına yıkılıyor. Hatta öyle ki, Hevi’nin üzerine yapıştırdığı -pek de işe yaramayan- “Kenan” zırhının filmin sonunda ne olduğunu pek anlayamıyoruz; olabilir, bu da bir tercih olarak düşünülebilir.
Netice olarak, Kürtlerin çektiği zulüm üzerine, her biri olgunun bir kenarından tutan çok sayıda film yapılıyor bu aralar; yapılmasında yarar var, ne kadar yapılsa da az zaten. Çok soyut gibi görünebilir ama burada “iyi niyet” kavramı önemli. İyi niyet derken aslında somut bir şeyden söz ediyoruz: Gerçekten, çıplak gerçekten kaçmayan, onu -hakim düşünme biçimlerine hoş görünmek için- eğip bükmeyen; kendini “tarafsız” göstererek baskıdan sıyrılma uğruna “siyasetten uzak durma” ucuzluğuna sığınmayan, “iki tarafa da vurayım, kendimi garanti altına alayım” dengeciliğine kapılmayan yapıtları kastediyoruz. İz, bütün bunları kesinlikle yapmıyor ve gerçeğin çizgisinden sapmıyor. Bize bir öykü anlatıyor; sinema açısından eleştirebiliriz belki ama bunu dürüstçe yaptığı ve kamerasını gerçeklikten koparmadığı kesin.
Bütün bunlar, Tayfur Aydın’dan yeni ve çok güçlü yapıtlar beklememiz için yeterli
|