Dört beş gündür Uganda’dayım. Gülen Hareketi okullarını yakından görmek için. Ekip arkadaşlarım çeneye dalıp uçağı kaçırdıkları için tek başınayım. Böyle olunca da “kıymetli bir emanet” şeklinde, neredeyse baş üstünde gezdiriliyorum. Bu da aslında daha iyi oldu. Bu sayede buradaki Türk okullarında çalışan öğretmenlerin, müdürlerin ailelerini tanıdım, evlerine girebildim, gazeteci soğukluğunda değil de Erzurum’dan/Manisa’dan gelmiş bir akraba samimiyetinde gerçekleşti bütün “temas”lar.
Uganda’da 160 Türk yaşıyor, bunların ezici çoğunluğu Türk okullarının personeli ve aileleri. 1995’den beri buradalar. Türk elçiliği daha bir buçuk yıl önce açılmış. Şunu anladım ki Gülenciler sadece okul yönetmiyor. Her yıl, Türk veya Ugandalı bin işadamını, bürokratı, öğrenciyi, öğretmeni buralara getiriyor veya Türkiye’ye götürüyor. İş yapılsın, yatırımı Türkler yapsın, bir şekilde Türkiye’ye bir faydaları olsun diye. Elçilik açılana kadar gayrı resmi temsilci gibi çalışmışlar. Şimdi de elçilikle beraber birçok girişim ve projeyi yürütüyorlar.
Doğrusunu isterseniz hiç öyle bir elleri yağda bir elleri balda değil. Bir adanmışlık istiyor buralarda olmak. Bildiğiniz çile çekiyorlar. Elektrik bir var iki yok, su bir akıyor üç akmıyor, lojmanlar “idare eder”in bir tık altında, memleket uzak, geçen seneye kadar direkt uçuş bile yok, ama şimdi de biletler pahalı, yollar hakikaten felaket, sokaklar çamur deryası, evet doğa çok güzel ama şehirler ciddi anlamda dökük, ortam hijyenik olmaktan fersah fersah uzakta... Ve onlar hiç gocunmadan, büyük bir diğerkamlıkla burada yaşıyorlar, bebelerini burada doğuruyor, burada okutuyor, buradaki hastanelere gidiyor ve şikâyet de etmemeye çalışıyorlar. Sakin, sabırlı, bir daha memlekete dönüp dönmeyeceklerini hiç bilmeden (ve de galiba umut da etmeden), hayatlarını devam ettiriyorlar. Burada dolmalar, pideler, kadayıflar yaparak mini bir Türkiye yaşatıyorlar. (bkz: Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan iyi geceler Türkiye!)
Şunu demek istiyorum: Bu insanları, bu kadar zorluğa rağmen buralarda kalmaya, Türkiye (ve tabii ki Müslümanlık) adına bir şeyler yapmaya ve milyonlara insanı da destek vermeye ikna eden şeyin ne olduğunu anlamak gerek. Bir iki ideolojik sloganla açıklanacak bir şey değil. Ben de anlamaya çalışıyorum.
*****
Uganda hakkında kısa kısa
- Hamsisi olmayan bir Karadeniz: Benzetmeyi bir Türk yapmış. (Muhtemelen Trabzonlu. Ama Karadeniz’den artısı, güzelim yaylalara dikilmiş sekiz katlı iğrenç apartmanları yok) Gözünüzün önüne kurak savanlar gelmesin. Aksine yemyeşil bir ülke Uganda. Her yerden bir ağaç, bir çalı, bir ot fışkırıyor. Yer gök meyve. Ananas, papaya, mango, batılının “tutku meyvesi” dediği passion fruit...
- Fakat meyveler içinde en acayibi Jack Fruit! Ağaçta yetişen kocaman bir meyve. En küçüğü 3 kilo. Olgunları 15 kiloya kadar çıkıyormuş. Yani ağaçta karpuz gibi bir şey! (Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında mı vardı bu “ağaçta karpuz niye yok?” sorunsalı?) Fakat koca meyvenin (Jack Fruit’den söz ediyorum) sadece çekirdeğinin etrafındaki zarı yeniyor. Geri kalanı yapış yapış iğrenç bir yığın. Ama yenen kısmı çok lezzetli.
- 35 ayrı dil konuşuluyor. Neredeyse her kabilenin kendine ait bir dili var. O nedenle resmi dil (ülkenin daha önce İngiliz sömürgesi olmasının da etkisiyle) İngilizce. Ülke, birbiriyle anlaşmak için İngilizce konuşuyor. Ama Uganda İngilizcesine alışmak biraz zaman istiyor.
- Hiç kimse sigara içmiyor! Ülke, tütün ürettiği ve bir sigara fabrikasına sahip olduğu halde sigara alışkanlığı sıfıra yakın. İnanılması güç ama sigara alışkanlığı bu topraklara girmemiş. Nasıl olmuş da olmuş kimse anlamıyor. (Ben bile bu sayede dört gündür içmiyorum)
- Yaz yok, kış yok. Hep ilkbahar! Rüya gibi ama gerçek. Yağmurun çok yağdığı, yağmurun az yağdığı mevsim var sadece. Sıcaklık neredeyse hiç değişmiyor. Gündüzleri 20-28, geceleri 18-24. Yani yıl boyunca ne sobaya ne klimaya ihtiyaç var. Ekvatora çok yakın olduğu için yılın her günü 12 saat gece, 12 saat gündüz. Yıl boyunca güneşin doğma ve batma vakitleri sadece 25 dakika değişiyor.
|