Her ülke er veya geç tarihiyle yüzleşir ve hesap verir. Bizler bunu bir türlü yapamıyoruz.
Acaba, utanç duyacağımız durumlarla karşı karşıya kalmaktan mı korkuyoruz? Oysa, bu cesareti göstermek ülkeleri yüceltir.
Kendilerine olan güveni arttırır. Suçluluk kompleksini yok eder.
Dersim ( Tunceli) , yakın tarihimizin en acı olaylarından biridir.
Evirip çevirmeden söylemek gerekirse,1937-1938 yıllarında Kürtlerin isteklerine ve isyan anlamına gelen tutumlarına bir set çekmek için Türkiye Cumhuriyeti Devletinin binlerce vatandaşını \'fareler gibi \' ilaçladığı, bombaladığı ve katlettiği olaydır.
Bugünlerde , dönemin CHP iktidarı sanık sandalyesine oturtuluyor. Atatürk’e kadar uzanan bir dizi suçlama yapılıyor.
Doğrudur, CHP iktidarının sorumluluğu yadsınamaz. Ancak , bu kampanyanın arkasında, TARİHİMİZLE YÜZLEŞME değil, muhalefet partisini köşeye sıkıştırmak ve prestijini yıpratmak yatıyor.
Oysa ülke olarak, sadece Dersim olayları değil, tarihimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Bütün ülkeler eninde sonunda geçmişlerindeki karanlıklarla yüzleşirler.
Bundan kurtulamazlar. Bizler şimdiye kadar, geçmişimizdeki umacılardan hep çekindik. Açık gönüllülükle ve cesaretle, eski hatalarımızı tartışmadık. Üç maymunları oynadık.
Ne oldu? Hiiç, suçlamalar hala orada duruyor, hayatını kaybedenler bizi gözlüyor.
Tarihimizde işlediğimiz hatalarla, sorumluluklarımızla yüzleşmekten başka çaremiz yoktur.
Ermeni sorunu da bu çerçeveye girer. Ortada korkunç bir olay dururken, görmezden gelemeyiz. İnkâr ederek, sadece kendi kendimizi aldatırız. Yeter ki, bu hesaplaşmayı ciddi şekilde yapalım. Oyun oynamayalım. Göz boyamayalım.
Lütfen bana söyler misiniz, neden korkuyoruz?
\'Bunları biz değil, Osmanlılar yaptı \' diye de kendimizi kurtaramayız. Ermeni olaylarının 100 üncü yıldönümü yaklaşıyor. Eğer bizler adım atmazsak, bu defa başkaları haksız şekilde bizi yargılayıp suç dağıtacaklar. Çok daha fena şekilde yaralanacağız.
Oysa tam aksine, tarihimizle ne kadar hesaplaşırsak, toplumumuz o derecede yücelir. Özgüveni artar ve daha sağlıklı bir kafa yapısına kavuşur.
Dersim olsun, Faili Meçhul Cinayetler olsun, üstlerini kapattıkça, inkar ettikçe hiçbir şey kazanamayız. Unutmayalım ki, kafamızın arkasında hep \'Birşeyler yapmışızdır mutlaka \' düşüncesi vardır ve hiçbir zaman da silinmeyecektir.
Hatırlayın, Başbakan Özal, yıllar önce Cezayir 'e gitmiş ve Fransı sömürgeciliği döneminde, Cezayir özgürlük savaşına destek vermediğimizden dolayı özür dilemişti.
Ne oldu?
Ne kaybettik?
Aksine kazandık...
Gelin iç politika kavgalarını bir yana bırakıp, olaya daha geniş açıdan bakalım.
Geçmişimizle hesaplaşalım.
SURİYE, TÜRKİYE'NİN SIRTINDA KALIYOR...
Biliyorum, bu başlığı görünce, Suriye politikalarını yöneten siyasi iktidar ve dışişleri bakanlığı \'Olmaz böyle şey... Yanlış teşhis koyuyorsun\' diyecekler. Belki onların açısından, teşhis yanlış olabilir, ancak dışardan bakıldığında, hiçte öyle değil.
ABD Dışişleri Bakanı Clinton 'un son açıklamaları, Başbakan Erdoğan'ın batılı güçlerin Suriye konusunda gereken desteği vermediklerini eleştiren sözleri ve Uluslararası basında çıkan yazıları okuduğunuzda, bambaşka bir manzara ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
Esad'ın devrilmesinde başrol Türkiye'ye verilmiş durumda. Biz istediğimiz kadar reddedelim, bu damgayı yedik ve gereğini de yapıyoruz.
Yanlış anlaşılmasın, Türkiye'ye istemediği bir rol verilmiyor. Ankara da, Esad'ın artık gitmesini istiyor, hatta iktidarda kalışı uzadıkça, zaman Türkiye'nin aleyhine işliyor. Süre uzadıkça, tehlikeler ve iç savaş olasılığı artıyor. Bunun da Türkiye' ye olumsuz yan etkileri olacak.
Peki, Esad'ı düşürmek o kadar kolay mı?
Bir Baas İktidarı, Başbakan Erdoğan'ın demeçleriyle devrilir mi?
Hayır yetmez.
Türkiye’ nin elinde bazı yaptırım unsurları var, ancak çoğu da risk dolu. Bundan dolayı, bir Uluslararası baskı mekanizmasına ihtiyaç büyük...
3 ASKERİ SENARYO:
- Türkiye, bu aşamada herhangi bir askeri müdahele düşünmüyor. Bunun siyasi faturasının çok ağır olacağı ve büyük askeri riskler taşıyacağı biliniyor. Ankara'daki politika oluşturucularla yaptığım konuşmalardan bunu çok net şekilde öğrendim. Hatta daha da ileriye gidip, yabancı hiçbir güç'ün müdahelesini de kabul etmiyorlar.
- Ancak aynı yetkililer, tüm risklerine rağmen, bir askeri müdaheleyi de tümüyle silmiyorlar. Bir iç savaş veya Suriye rejiminin, kendi halkına yönelik, katliama dönüşecek dev bir kanlı girişimi durumunda, Türk askeri müdahalesi kaçınılmaz görünüyor. Bunun plan ve senaryolarının hazırlandığını da kimse saklamıyor.
- Tampon Bölge de gündemde. Hatırlayacaksınız, bu köşede 5 ay önce yazmıştım. Suriye'deki bir iç çatışma sonrasında başlayacak bir göç hareketi, bugünkü limitleri aşıp 100 binlere ulaştığı anda, bu akışı durdurabilmek için, Türk ordusunu Suriye'ye sokup bir tampon bölge kurdurmaktan başka çare görmüyor.
YAPTIRIMLAR ÇOK ISIRICI DEĞİL...
Türkiye'nin, asker dışındaki yaptırımları incelendiğinde, sanıldığı kadar güçlü olmadığı anlaşılıyor:
- ELEKTRİK kesilmesi, Suriye rejimini güç duruma sokmaz. Aksine, halkı cezalandırmak anlamına gelir. Türkiye ' ye karşı zaten giderek olumsuzlaşan kamuoyu, daha da fazla aleyhimize döner.
- Suyun kesilmesi ise, hele bu kış aylarında, neredeyse imkansız gibidir. Ağzına kadar dolu olan barajların suyu durdurma kapasitesi yok gibidir. Eski Başbakan Demirel'in deyimiyle \'Ne yapacağız, suyu kesip de cebimize mi koyacağız? \'
- FUEL OİL ihracatının kesilmesi etkili olabilir. Ancak Suriye'nin bu açığını da İran aracılığiyle kapatabileceğine inanılıyor.
Tabii bu arada unutmamak gerekir ki, Suriye'nin elinde de, Türkiye'nin en önemli ihraç yollarından birini kapatma imkanı var. Yılda 54 bin Türk kamyonu, Suriye üzerinde geçiş yapıyor ( )
|