Ertuğrul Kürkçü, kürsüye yakasında, Kızıldere'de öldürülmüş 10 arkadaşını temsil eden bir rozetle çıktı, yemin ettikten sonra, elini göğsüne koydu, onları andı. Sakin görünüşü, dağınık ve dökülmüş saçları, sakalları ve gözlükleriyle eski bir devrimcinin, yanında katledilen 10 arkadaşına selamıydı bu. Tarihin ve toplumun da hayatlarına kıyılmış o on insanla barışması anlamına gelir mi onun davranışı, pek sanmıyorum, o derecede iyimser ve umutlu değilim devlet söz konusu olduğunda.
Gene de bu Meclis bu bakımdan ilginç bir zemin. Leyla Zana 20 yıl sonra o kürsüye çıktı. İnsan, madem iş bu noktaya gelecekti, çekilen onca acıya, onca hapislere, onca şiddete ne gerek vardı diye düşünüyor. Daha o günlerde aklı başında insanlar şu sözünü ettiğim sahneleri görüp yapmayın dediler ama tarih ve politika daima yanılanlar eliyle yazılıyor.
***
İnsanlar yeterince algılamıyor, ne hikmetse, Türkiye'de devlet, belki fazla merkeziyetçi, mütehakkim ve ceberrut olmasından, belki topluma çok küçük bir hareket alanı bırakılmış olmasından, kendisini diğer toplumlarla mukayese edilmeyecek derecede \'rehabilite\' ediyor, \'revize\' ediyor ve eskiden yaşanmışları toplumsal hafızanın unutmasına, silmesine imkân yaratıyor.
Bu o kadar böyle ki, mesela 1975-80 arasında Türkiye'nin bir iç savaş yaşadığı şimdi hatırlanmıyor bile. Sokak kavgası deniyor, farklı fraksiyonların çatışması deniyor ama bizzat devlet eliyle kışkırtılmış, 5 bin kişinin ölümüyle sonuçlanmış bir iç savaşın bütün koşullarıyla o dönemde hüküm sürdüğü ne yazılıyor ne çiziliyor. O 75-80 arası ki, 5 bin ölünün yanı sıra, Maraş, Çorum toplu kıyımlarına sahne oldu. Evet, sadece sahne oluyor Türkiye her türlü hadiseye ama asla tanık değil. Hafıza kaybının bir nedeni de bu demek ki, izleyicinin aynı zamanda fail olması.
1975-80'in öncesi var: 1970'lerin başı. Ertuğrul Kürkçü'nün sonradan yıllar yılı hapis yatmasına yol açan olaylar, o malum Kızıldere katliamı ile Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamı o yılların ürünü. Neresinden baksanız, dünyada eşi menendi görülmemiş şey. Bu ne vahşete doymazlık diye hayrete düşüyor insan o günleri anınca. Kızıldere'de kuşatılan insanların ellerinde silah ve kurşun vardı, tamam da, dünyada 24-25 yaşında 11 kişinin üstüne topla, bombayla giden başka bir devlet yok. Mesele, önceden verilmiş kararla o insanların \'ölü ele geçirilmek\' istenmesiydi, yoksa onların teker teker sağ olarak teslim alınması işten bile değildi. Nedeni açık: Mete Tunçay, çok güzel söylemiştir, Mustafa Suphi, demiştir, denizde boğdurulmasaydı, muhtemelen daha sonra bakan olurdu. Devlet bu hakikati herkesten önce tespit ettiğinden o insanları bitmez tükenmez bir kin ve nefretle öldürdü, yoksa, on'lar da şimdi Kürkçü gibi bir yerlerde olacaktı.
***
Her şey bu noktada düğümleniyor: devlet bu ülkede haddinden fazla vahşi. 12 Mart dönemi edebiyatı denilen birikim insanların gördüğü işkencenin anlatımıdır. 12 Eylül işkenceleri ise muhtemelen 12 Mart dönemine rahmet okutur. Kemik yaşı daha ileridir diye 18'inden küçük çocuğu bu devlet asmadı mı?
Ya, Kürt-Türk çatışması, ya onun getirdiği 30-40 bin ölü? Peki, faili meçhul cinayetler? Peki, şimdi hangi taşı kaldırsanız altından çıkan suikastlar?
Arkadaşlar, bu nasıl bir devlettir, bu nasıl bir hukuk anlayışıdır, bu nasıl bir demokrasidir ve bu nasıl bir toplumdur? Biz hep öğrenmek ve hiç bilmemek zorunda mıyız? Bu ülke hâlâ derebeylik anlayışından köklenmiş, filizlenmiş, bu \'kerim devlet\' lafazanlığını aşmamalı mıdır?
***
Sakın bu yazı ölen 10 insan, öldürülen, idam edilen diğer devrimciler için bir ağıt gibi anlaşılmasın.
O tür yaklaşımlara en iyi cevabı gene Ertuğrul Kürkçü eski bir yazısında vermiş, idam sehpasındaki Deniz Gezmiş'in o anda devrimciliğinin potansiyelini en yüksek noktasına eriştirdiğini yazmıştır. \'Yanlış mıydı yaptıkları bütün bütüne\' sorusunun cevabı da ancak konjonktür içinde aranabilir.
***
Siz öldürmeyin, varsın, yanılacaksa tarih yanılsın.
|