Dikkat! Kürt meselesinde bir şiddet sarmalının eşiğinde olabiliriz.
Kör şiddetin ayrım gözetmeden herkesi içine çeken, vicdanları köreltip, sağduyuyu susturan anaforu...
Bir kapılırsak, ne gidişatı kontrol edilebilir bunun, ne de ülkenin batısı, doğusu ve dışı açısından sonuçlarını kestirmek mümkündür.
Şiddetle sonuç almanın hesap ve planını yapanlar varsa, bunları uyarmak gerekir. Her iki tarafı da...
Her iki tarafta, hem doğuda hem batıda, birliktelik içinde çözümün erdemine sahip çıkıp, barışın dilini konuşanlar, birbirlerine yardımcı olmalı. Bunun da en akılcı yolu herkesin önce kendi savaşçısına dur demeyi bilmesidir.
Barışı savununlar, susturulmayı, yuhalanmayı, kovulmayı ve dışlanmayı göze alarak kendi şahinlerinin, savaşçı ve bombacılarının karşısına dikilme cesaretine sahip olabilmeli ki, karşı taraftaki güvercinler için de bir güven kaynağı olabilsinler.
Şimdi zaten batıdakilerin en çok kanıksadığı tutumdur, bir Kürt siyasetçisinin, KCK tutuklamalarını, operasyonları eleştirmesi ve yaklaşan sınır ötesi harekâta karşı çıkması.
Kürt siyasetçileri, aktivistleri bütün bunları eleştirsinler, karşı çıksınlar, tamam... Ama bir o kadar da Kürt hareketinin bir müzakere aracı olarak şiddeti kullanma eğiliminin siyasi genetiğini değiştirmeye de emek ve akıl harcasalar, bu ülkenin Türkler ve Kürtler için daha yaşanası bir yer olmasına ne büyük bir katkı sağlarlardı.
Bunun gerçek olabilmesi için batıda da güçlü bir karşılığının meydana çıkması lazım. Medya ve siyasette volümü giderek artan savaş çığırtkanlıklarına karşı sivil toplumun, entelektüellerin dur demesi gerekiyor ki, batıdan ve doğudan yükselen barışçı sesler birbirlerini besleyip güçlendirsinler.
Doğudakiler için ise yıllardır en kanıksanmış ve dolayısıyla geçiştirilmesi en kolay olan, herhalde batıdaki münevverlerin her durum ve her fırsatta sadece PKK’yı kınamalarıdır. Hele son günlerde, özellikle de muhafazakâr cenahta, Kürt hareketi olmasa sanki Kürt sorunu da olmayacakmış gibi, Kürt sorununun kök nedeni olarak PKK’yı gösterme raddesine varan absürd bir hal aldı bu temayül.
Tam da bu bağlamda kendisi de muhafazakâr eğilimli bir “think tank” ve sivil toplum kuruluşu olan “Ekopolitik”in geçen günlerde, “Silahlar sussun! İnsanlar konuşsun!” başlığı ile yayımladığı ortak imzalı bir bildiriye dikkat çekmek istiyorum.
Ekopolitik bu bildiriyle sürüden ayrılıyor. Bildiride “tüm kamuoyu, medya ve karar vericiler barış süreçleri geliştirmek için inisiyatif almaya” çağırılıyor. “Türkiye barış için inisiyatif alanlar oldukça savaş için inisiyatif almak isteyenlerin hareket kabiliyetinin zayıfladığı bir ülke olacaktır” deniyor.
İmzacılar, “nitelikli demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşit vatandaşlık, insan ve vicdan eksenli çözüm şartlarının gerçekleştirilmesinde sorumluluğun, iktidarı ve muhalefetleriyle, Türkiye siyasetlerinin omuzlarında olduğunu” belirtiyorlar ki, yerden göğe kadar haklılar.
Sadece yakın ve uzak geleceğin şekillenmesinde değil, şu yakın geçmişte olanların da sorumluluğu siyasetin ve iktidarın üzerindedir.
“Son olarak neler yapılmasaydı, bugün şiddet sarmalının eşiğinde olmazdık?” diye bir soralım kendimize.
Bu soruya iç rahatlığıyla, “12 Haziran seçimlerinde Hatip Dicle ve KCK operasyonlarından tutuklu 5 seçilmişin meclise girmesi temin edilseydi bugün bu halde olmazdık” cevabını verirdim.
Yani, sorumluluk siyasette ve iktidardadır.
Ama bakın, burada seçilmişleri hapse atmaya devam ediyorlar. Şırnak, Silopi ve İdil’in BDP’li belediye başkanları önceki gün KCK operasyonları kapsamında tutuklandı.
Tutuklamaların birkaç hafta içinde daha da yukarılara ve merkeze doğru uzanacağı ve bir sınır ötesi kara harekâtından önce önde gelen seçilmiş toplum liderlerinin hapsedileceği beklentisi var Diyarbakır’da.
İktidarın Kürt hareketi ve kamuoyu nezdinde uğradığı güven kaybı o kadar büyük ki, bunu operasyon ve tutuklamalarla daha da büyütmek sadece siyasetin yolunu tıkar, bugünkü yanlıştan siyasetin araçlarını kullanarak geriye dönmeyi imkânsızlaştırabilir.
Bunu mu istiyorsunuz?
Diyarbakır’dan izlenimlere yarın devam edeceğim.
|