Dönemin başbakanı Ecevit’in ‘şairane’ biçimde (!) ‘Hayata Dönüş’ olarak adlandırdığı, otuz tutuklu ve iki askerin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan kanlı operasyonu, yargı sürecini, ‘arabulucu’ rolüyle dönemin kilit isimlerinden Can Dündar ile konuştuk
-Yargı süreci, olayın üzerinden on yıl geçtikten sonra başladı. 2010’da yargının Genelkurmay, Jandarma Genel Komutanlığı ve İstanbul İl ve Bölge Komutanlığı’ndan talep ettiği bilgi ve belgeler arşivlerde bulunmuyor, bütün sorumluluk Elazığ’dan getirilen erlerin üzerine yıkılmak isteniyordu. Sürecin bunca uzamasına ve asıl sorumluların ortaya çıkarılmasının geciktirilmesine ilişkin görüşleriniz neler?
Derin devletin varlığından hala şüphe edenler var idiyse, bu operasyon ve yargılamasını görünce herhalde şüpheleri kalmamıştır. Bayrampaşa, hükümetten başlayıp orduya uzanan, jandarmayı ve emniyeti içine alıp medyaya inen, nihayetinde yargıyı kuşatan katmanlar halinde derinleşen, katıksız bir derin devlet operasyonudur. Sürecin uzayıp sorumluların hala saklanıyor olması, derin devletin elan mevcudiyetine delil sayılmalı ve başarı hanesine yazılmalıdır.
-İl Jandarma Komutanlığı’nın 28 Mart 2011 tarihinde arşiv taraması esnasında bulunduğunu iddia ettiği “Bayrampaşa Cezaevi Özel Müdahale Planı” ile eylem planının ortaya çıkmasıyla sır perdesi aralandı. Beyanata göre, sizin de aralarında bulunduğunuz Zülfü Livaneli, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi isimlerden oluşan heyet, ‘arabulucu’ kimliğiyle ölüm orucundaki tutukluları ikna için Bayrampaşa Cezaevi’ne girdiğinde operasyon için çoktan düğmeye basılmış. Operasyon emrinin 11 Ekim 2000’de verildiği, 15 Aralık’ta da operasyon için birliklerin hazırlandığı söyleniyor. Bundan haberdar mıydınız uzlaşma sağlanması için tutuklularla görüşmeye giderken? Ya da olabileceklere ilişkin bir öngörünüz var mıydı?
Elbette görüşmeye giderken operasyon için düğmeye basıldığından haberdar değildik, ama tahmin etmek zor değildi; devleti tanıyorduk. Ellerin tetikte kaşındığını biliyorduk. Medya kampanyası bile bu iştahı ele veriyordu. Yine de bir uzlaşma ümidinin yaklaşan şiddetin önünü kesebileceğine inanıyorduk. Hafızamızda bunun mümkün olduğunu kanıtlayan bir 1996 örneği vardı. Ve denemek zorundaydık.
“BİZE DÜŞEN ÇÖZÜMÜ ZORLAMAKTI”
-Uzlaşma sağlanması için devreye girdiğinizde, mahkûmlarla bakanlık arasında makul bir çözüm bulunamadı. Çözüme giden yol hükümet tarafından tıkandı. Belli ki ‘Tufan’ planı taslağı çoktan hazırdı ve düğmeye basmak için mahkûmlarla bir türlü uzlaşılamadığını kamuoyunun, nazarında önemli ve ‘sahici’, yani sizin gibi isimlerden duyması bekleniyordu. Bir uzlaşma talebi yoktu o halde hükümetten. Sizler kamuoyunu sürece hazırlamak için mi Bayrampaşa Cezaevi’ne gönderilmiş oluyorsunuz bu durumda?
Bunu söylemek haksızlık olur. 96’da uzlaşmanın nasıl başarılabildiğini açıklamayı da zorlaştırır.
O dönemin hükümetini yekpare bir güç olarak görmüyorum. İçlerinde samimiyetle çare arayanlar da vardı; bu fırsattan istifade hapishaneleri bir Tufan’la “temizlemeye” çalışanlar da...
Bence örgüt için de benzer bir durumdan söz edilebilirdi. Onlar arasında da uzlaşmaya daha yakın duranlarla “Sonuna kadar gidelim” diyenler vardı.
Bize düşen, eli kulağında görünen kanlı operasyonu durdurmak, çözümü zorlamaktı.
Zorladık da… Üstelik 6 saat süren o görüşmede bir uzlaşma noktasına çok yaklaştığımıza da inanıyorum. Adalet Bakanı, F Tipi tecrit uygulamasını ertelemeyi ve hücre sistemini dayatmamayı kabullenmişti. İş gelip koğuşların kaç kişilik olacağı noktasında düğümlendi.
Eylemciler, 3 kişilik hücrelerde can güvenliklerinin olmadığını söyleyerek 20 kişiden az koğuş modelini reddediyordu.
Bakanlık 3 kişilik hücre ısrarından vazgeçmişti, hazırlanan hücrelerde birbirine açılan kapılar yapmayı kabul etmişti. Bu, en az 6 kişilik yerleşimler demekti. Ama onlar da “Asla 20 olmaz, yine koğuşa dönülmüş olur” diyordu.
“Hayata Dönüş”ün formülü, 6 ile 20 arasında bir rakamdaydı. O rakamı arıyorduk. Hücreyle koğuş arasındaki bir yapıyı… Ve tabii bunun uygulanacağına dair sivil toplum örgütlerinin güvencesini…
Bulamadık. Ve maalesef Tufan esti. Sonuç mu? Şimdi F Tipindeki tutsaklar, 3’er kişilik hücrelerde kalıyorlar.
-Olaya ilişkin kaleme aldığınız bir yazıda, yargı sürecinin sonuçlanmasıyla katliam emrini veren üst düzey yetkililerin bir kısmının da bu davanın sanığı olarak cezaevine girebileceğini, cezaevinde tek kişilik ‘tabutluk’larda tutulmayacak olmalarını, birkaç kişilik koğuşları, tek tip elbise giyme zorunluluğunun ortadan kalkmasını, o gün ölüm orucunda ölen ya da yakılarak katledilen o çocuklara borçlu olduklarını söylüyorsunuz...
Öyle yazdım. Yarın onların infaz emrini veren emniyetçiler ya da komutanlar tutuklandığında tek kişilik hücreye tıkılmayacaksa, tek tip elbise giymeyecekse, o ölen çocukların mücadelesi sayesinde...
Evet, “Hücreye hayır” diyerek öldüler ve -kendilerinden sonrakilerle birlikte- katillerini de hücreden kurtarmış oldular.
-Söz konusu dönemde ölümlerin bir biçimde katliamdan sağ kurtulmayı başaran tutuklu ve mahkûmların üzerine yıkılmasında basın desteğine ilişkin ne düşünüyorsunuz? ‘Sahte oruç, kanlı iftar’, ‘Yaşamak güzel’, ‘Nihayet…’ gibi manşetlerle çıkan gazeteler var belleğimizde. Devletin kirli eli medya tarafından yıkandı, yıkanmaya çalışıldı diyebilir miyiz?
Başta da söyledim: Medya, buradaki derin devlet operasyonunun önemli bir ayağı olarak çalıştı ve “kanlı çözüme kamuoyunu ikna” işini üstlendi. Mahkeme faslını bilmem ama vicdani bir yargılamada oradan da birçok ismin sanık sandalyesine oturtulması gerektiğine inanıyorum.
“ÇÖZÜM CAN PAHASINA ALINDI”
-Biraz bellek tazeleyelim dilerseniz… Neler yaşamıştınız, neler gözlemlemiştiniz o ziyarette? Bir şeylerin değişebileceğine dair inancınız var mıydı görüşmeler sonucunda?
Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli ve Oral Çalışlar'la Bayrampaşa kapısından girerken umutluyduk. 1996'daki ölüm oruçlarında çözüm bu kadrodan birkaç kişiyle bir milletvekilinin son anda devreye girmesiyle bulunmuştu. \'Bu kez de öyle olabilir\' diye umuyorduk. Ancak Bayrampaşa'nın koğuş kapıları açılıp görüşmeler başlayınca çözümün hiç de kolay olmayacağını anlamamız uzun sürmedi.
Görüşmeler, saat tam 12.00'de herkes üzerinde tam bir saygı havası uyandıran Yaşar Kemal'in gür sesiyle başladı: \'Çocuklar... kararımız şu: Sizi dinleyeceğiz.\' diye lafa girdi Kemal. Hepsi de sakallı üç temsilci sırayla, sabırla, seslerini hiç yükseltmeden ve ürpertici bir kararlılıkla taleplerini sıraladılar: \'F Tipi uygulamasından vazgeçilmeli\' diye başlayan liste diğer taleplerle sürüyordu. Bitince bunları sıralayan gözlüklü genç, \'Gördüğünüz gibi siyasal talepler koymadık, hukuki talepler bunlar\' dedi; \'Tartışmak için öne sürdüğümüz talepler değil. Cevap bekliyoruz\'. “Adalet olmadığı bir ülkede can güvenliğimizi ancak koğuşlarda bir arada olarak sağlayabiliyoruz. Ulucanlar'da, Burdur'da toplu haldeyken bile kendimizi koruyamadık, tek başımıza kaldığımızda gelip bizi gömleğimizle tavana assalar ve 'intihar etmiş' deseler tanığımız bile olmayacak\' diyorlardı.
Başsavcının odasında heyet üyeleri sırayla Adalet Bakanı Türk'le konuşuyor. Telefonu her alan yazar, içerideki havayı aktarıyor, mahkumların ölüm kararlılığından endişeyle söz ediyor. Tam otuz beş dakika süren telefon konuşmasının sonucu şu: Bakan bir mutabakat olmadan F Tipine nakil yapılmayacağına ve disiplin cezası olmaksızın kimsenin hücreye konulmayacağına söz veriyor. Ama 20 kişilik odaları, koğuş sisteminin devamı anlamı taşıyacağından reddediyor.
Heyet, temsilcilerin kararlılığından ürpermiş ve umutsuz bir şekilde başsavcının odasına dönüyor. Ekranda Bakan Türk, F Tipi uygulamasının ertelendiğini açıklıyor. Oysa bu adım, içeride çoktan geri çevrilmiş durumda... Uzun süren bir tartışmanın ardından Bayrampaşa'dan çıkmak üzere Başsavcının odasından ayrılıyoruz. Biz çıkarken, özel kalemdeki faks çalıyor ve az sonra DHKP-C'nin bakanın açıklamasını reddeden bildirisi fakstan geçmeye başlıyor. Sonuç mu? Sağduyu iflas etti ve şiddet kazandı. Dışarıda \'Konuşmak faydasız, girelim\' diyenlerle, içeride \'Konuşmak faydasız, gelsinler\' diyenlerin istediği oldu. Ve \'çözüm\' can pahasına alındı.
-Geri dönüp baktığınızda, aydınlanan gerçekler ışığında değerlendirdiğinizde, yaşananlara ilişkin henüz şekillenen tespitleriniz var mı?
Şunu görmemiz lazım: Sorun, ‘örgütün baskısıyla ölüme zorlanan teröristler’den ibaret değil. Sorun, ‘cezaevlerinin bunca yıl nasıl bu hale getirildiği’ sorunudur. Sorun, en temel kararları kamuoyu önünde tartışmadan alan ve \'ben yaptım oldu\' diyen bir yönetim üslubudur. Sorun, bizim hiçbir konuda şiddet kullanmadan sonuç alamama, dolayısıyla sonuç sandığımız her adımda nihai çözümü biraz daha erteleme çaresizliğimizdir.
|