Gözümün önünden gitmiyor...
O sessiz haliyle üç kişi öğle yemeği yerken ettiği sözler:
“Bizim tarlayı sürmüşler... Çok sonra öğrendik...” demişti...
Ankara’dan partiden aramış “İstanbul’a geliyorum... Bir yemek yiyelim Ersan Otel’de...” demişti...
“Oralar bana uzak ve sapa geliyor... Gel ben seni Paper Moon’a davet edeyim...” demiştim...
Geldiğinde yanındaki parti görevlisine benim için; “O bilir buraları, onun tavsiye ettiği yemekten yiyelim...” yollu telkinde bulunmuştu...
Gençlik yıllarımızda zıt fikirlerin temsilcileriydik...
Zıt fikirlerin temsilcisi olmaktan öteye, o gençlik teşkilatının tepesindeki isimdi...
Ben zıt görüşteydim ancak babamın isminin o dünyalarda güçlü bir kredisi vardı...
O dünyalarda “baba kontenjanından”, beni en azından düşman görmezlerdi... Programlarda tarafsızlığımı bozmamıştım ona karşı...
Bana güveniyordu...
“Bizim tarlayı sürmüşler... Haberimiz olmadan...” demişti...
***
Milliyetçi ve aktivist gençlerin alayının toplandığı partinin başındaydı...
Türkiye’de işlenen cinayetlerde, “Partisinden olduğu söylenen gençlerin birileri tarafından kullanılmasından çok korkuyordu...”
O korkusunu benle paylaşırken, “Bizim tarlayı sürmüşler... Haberimiz olmadan...” deyivermişti...
Bir süre sonra bir helikopter kazasında öldü Muhsin Yazıcıoğlu...
Hep o sözü kaldı aklımda...
***
Dün Vatan’daki haberi okurken gözüm takıldı... Malatya Başsavcılığı, “helikopter kazası bir cinayet mi” onu araştırırken Tuğgeneral Ali Lapanta’nın ifadesini aldığında Muhsin‘in korktuğu o soruyu soruyor:
“Hrant Dink, Rahip Santoro, Zirve Yayınevi cinayetlerinde Alperen Ocakları’nın kullanıldığı söyleniyor...
Yazıcıoğlu’nun bu tip olaylara engel olduğu için öldürüldüğü iddialarına ne diyorsunuz?..” diye...
Bu soruya Ali Lapanta, “Bu soruları niye bana sorduğunuzu anlamış değilim... Sorulması beni üzmektedir...” cevabını veriyor...
***
Muhsin Yazıcıoğlu’nun sır halini alan helikopter kazasındaki ölümünün dosyası fokur fokur kaynıyor...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül durup dururken, kendisine ulaştırılan bir fotoğraftan bahsediyor...
“Kazadan hemen sonra üç asker üniformalı şahsın, helikopterin yanında helikopterin karakutusunu sökerken çekilmiş fotoğrafları var” diyor...
“Helikopterdeki cihazları keçiler götürmedi ya...” diye ironi yaparak...
İçim sıkılıyor...
Bu olayda, söylendiği gibi, bir kazanın değil, bir cinayetin ortasındaysak, gerçekten sıtkım sıyrılacak...
32 yıllık gazetecilikte çok konudaki inancımı yitirdiğim söylenebilir...
Fakat o söylenen fotoğraf gerçekleri yansıtıyorsa, “bir yaşıma daha gireceğimi” söyleyebilirim...
Umut ediyorum ki “yeni bir yaşıma daha girmem...”
***
BODRUM’DA BİR SONBAHAR VAKTİ...
Uçağa bindim, İngiliz, Fransız, Alman, Hollandalı dolu uçak...
Birkaç da pastırma yazının Eylül’e sarkan günlerini Bodrum’da geçirmek isteyen, yaşını başını almış, tuzu kuru cinsinden sağlıklı yaşama çeşni, bronz tenli orta yaşlılar var uçakta...
Bu saydıklarım bir Cumartesi öğleden sonra Bodrum’a uçuyorlar...
Hayatın ritminin dışında onlar...
Kendi gündemleri var...
Yanımdaki orta yaşlı kadın Elif Şafak okuyor...
Solumdaki orta yaşlı hanım, makyaj çantasını çıkardı, makyajını tazeliyor...
Arkamda ununu sermiş eleğini asmış bir çift oturmaktalar...
Sonbahar’ın bu son Cumartesi’sinde Bodrum’a gidiyorlar...
***
Hayatın ritminin dışındaki insanlar olar...
Eylül’ün sonunda bir Cumartesi öğleden sonrası bayram değil, seyran değil İstanbul’dan kalkıp Bodrum’a gidebilmek için, hayatın ritminin dışına çıkabilme başarısını göstermiş olmak gerek...
Uçaktaki değişik milletten Avrupalılar var...
SPA merkezlerine, kongre merkezlerine, detokslara, pastırma yazı güneşlerine hasretler...
Bir nikaha gidiyorum...
En sevdiğim dostlarımdan ikisi evlenecekler...
Ne ki içim bir buruk Bodrum’da...
***
Buranın en cıvıltılı yaz günlerini, gecelerini, saatlerini geçirdim...
Şimdi kepenkler inmiş, in cin top oynuyor, yol boyu Güvercinlik’te, Torba’da, Türkbükü’nde...
Maki otele geldim...
İki yıl önce çoluk çocuk kaldığım daire biçimindeki otel odasındayım...
Aynı masadan, ağaçların arkasından denize bakarak yazımı yazıyorum...
Ruhumu yalnızlaştıran bir tenhalık var Türkbükü’nde...
Otele girerken, yandaki rıhtımlara baktım hatırı sayılır bir insan topluluğu güneşleniyordu deniz kenarında...
Ne ki, buralar ıssızlaşmış...
Büyük kalabalıkların, büyük enerjilerin aylarca dolup taşırdığı yerler hep bana “canlı” gibi gelirler...
Şimdi ıssız olmalarına kendileri de üzülüyorlar gibi gelir bana...
Mekanların ruhu olduğunu sanırım ben...
Bodrum’un ruhunun Sonbahar’daki ıssızlığı, içimi titretiyor ..
***
Oysa birazdan smokinimi giyeceğim...
Papyonumu takacağım...
Ship A Hoy’a nikaha gideceğim...
Denizin üzerinde kıyılacak nikaha tanıklık edeceğim...
Mutluluklar dileyeceğim...
Ship A Hoy acaba Ship A Hoy olalı, böyle bir düğüne ev sahipliği yaptı mı?..
Kim bilir yaz boyu bütün Türkbükü’nü titreten barda bu gece neler çalacak?..
Hangi parçalar varillere ve yeni evlilere eşlik edecek?
Romantik bir gece bu gece...
Romantik bir düğün Cemal’le Şenay’ın düğünü...
Düğüne kırk dakika kaldı...
Artık gitme zamanım geldi...
Hoşçakalın...
***
AYSUN KAYACI TELEVİZYONDAN KOVULDU MU?..
Zavallı Aysun (Kayacı)...
Türk medyasının ne kadar çifte standartlı, ne kadar ahlaktan nasipsiz, ne kadar manipülatif, ne kadar kişisel kin ve intikam duygularıyla dolu, nasıl adamına göre muamele çektiğini görüp kaderine lanet okuyor...
Televizyonlarda yüzden fazla kanal var...
Her kanalda da yüzden fazla program...
Her gün her kanalda program değişiyor...
Bir program başlıyor, üç hafta sonra bitiyor yenisi başlıyor...
Yaz sezonu, kış sezonu, sonbahar sezonu, tutmadı sezonu, değiştirelim sezonu, dış yapım sezonu, iç yapım sezonu, yarışma sezonu, stüdyo programı sezonu, reality sezonu gerekçe gösterilir, sürekli program değişir...
Televizyonlarda yıllara; aynı programla meydan okuyabilmek için, altyapın çok sağlam olacak, varsa yapımcın sana arkadan kazık atmayacak, kanal yönetimindekilerin başka yerden nasiplendikleri komisyoncular olmayacak, ratingler tutacak, yerin değiştirilmeyecek, program sana uygun olacak, sen programa uygun olacaksan, ten uyuşması olacak da program sürecek...
Doğal olarak bunların hepsi, çoğu zaman bir araya gelmediğinden iki üç haftada program değişiklikleri olağan bu piyasada...
***
Fakat olağan olmayan şey “programı bitti” diye zil çalıp oynamaktır...
Günlerdir bütün medya sitelerinde, oradan gazetelere sıçramış bir şekilde Aysun Kayacı’nın programının yayından kaldırıldığını okuyorum...
Yüz programın doksanı her ay yayından kalkıyor, kimsenin ruhu duymuyor...
Hiç kimse haber değil, dedikodusunu yapmıyor...
Fakat her nedense iş Aysun Kayacı’ya gelince, bütün gazeteler manşetlerinden haberi girmekten utanmıyorlar:
“Aysun Kayacı’nın programı yayından kalktı... Kanaldan kovuldu... Aysun kanaldan niye kovuldu?..”
Utanmasalar -ki belki de yaptılar- kendi televizyon programlarında “Aysun niye kovuldu” diye teaser dönüp az sonra çekecekler...
***
Fakat bir gazetecinin programı kalksa, gazeteciler arasında revaçta bir yapımcının programı yayından kalksa, ruhunuz duymaz...
Zaten program izlenmediğinden el çabukluğu marifet, yayından uçuverir...
Sonra hiçbir şey olmamış gibi bir süre sonra bir başka kanalda “efsane bilmem ne ekranlarında” diye tanıtım dönerler...
Televizyon dünyası “kirli paraların da döndüğü”, para, kadın, ahbap çavuş ilişkilerinin, güç odaklı manipülasyonların kol gezdiği acayip bir dünyadır...
***
Rakipleri yok etmek için vururlar...
Arkası olmadığını düşündüklerini vururlar...
Süründürüp ucuza kapatmak istediklerini indirirler...
Çocukluğumuzda oynadığımız dama taşlarıyla oynar gibi insanlarla ve hayatlarla oynarlar...
Aysun Kayacı’yı öylesine tanırım...
Fazla bir samimiyetim de yok...
Ne ki; bu rezil ve kirli dünyayı bilirim...
Anlaşılan bu ara “önemli bir güç yok arkasında” Aysun’un...
Onun için vuruyorlar abalıya, pardon Kayacı’ya...
|