Tecavüz edilen kızlarımızın, tecavüzcüleri tarafından evlendirilmeleri konusunda fikirler üretilen, hem de hukuk kurumları tarafından üretilen cennet vatanımızda, mektepler bugün açılıyor!
Bu demektir ki, lisede bir kıza âşık oldun ve kız pas vermiyor!
E, yaşın da küçük!
Zaten kız pas verse, annen baban evlenmene izin vermeyecek!
Kızı kaçırıp, ıssız bir yerde işi bitirdin mi, kız da seninle evlenmeye öpe öpe razı olacak, anan baban da evlendirmeye!
Bu durumda mesele kalmayacak!
Eh, kızcağız biraz üzülecek istemediği, üstelik de kendine tecavüz eden adamla evlendiği için ama olsun!
O zaten kız!
Neyse ki, bizimkiler insaflı çıktı!
Dünyada daha berbat uygulamalar da var!
Bilmem hâlâ devam ediyor mu o akıl almaz çirkin adet, Pakistan’da tecavüze uğrayan zavallı kızların, ömür boyu geneleve kapatılması gibi bir kanun vardı!
Evet, bu şartlar muvacehesinde, bugün mektepler açılıyor!
Meselâ bugün okula başlayan bir çocuk, okuma yazmayı üç beş ay sonra söktüğünde, evdeki gazete başlıklarına da takılacak elbet!
Eğer bugünün gazetesi, paket yapılmadan o zamana kadar kıyıda köşede kaldıysa, çocuk kekeleyerek, hayatının ilk gazete haberini okuyacak:
“Tecavüze uğrayan kızlar, tecavüzcüsüyle evlendirilsin!”
Ben okula, çok talihsiz bir şekilde, ailemin hatası olarak dörtbuçuk yaşında başladım!
O zamandan beri, okullarla ilgiliyim..
Zaten ortaokul liseyi dokuz, üniversiteyi on senede bitirebildiğim için mecburen, okul hayatım pek uzun sürdü!
Daha sonra da gazeteci olarak, eğitimle ilgilendim..
Herhalde, bizim eğitim kadar, yazboz tahtasına çevrilen bir başka sistem yoktur bu dünyada!
Taaa İsmet Paşa’nın tek parti iktidarından beri, tüm hükümetler, adeta tecavüz etmiştir eğitim sistemine!
Herkes kafasına ve ideolojisine ve de Amerika’nın taleplerine göre davranmış, iş tam anlamıyla çorbaya dönmüştür!
Şimdi de, Zonguldak’ta göçük altında kalan madencilerimiz için “Çok güzel öldüler” diyen o zamanın Çalışma, şimdinin Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer bey, yeni bir şeyler deniyor!
İnşallah hayırlı işler yapar da, eğitim rayına oturur artık!
Ömer Dinçer bey, Şili’deki meşhur madenci kurtarma operasyonu için de “Aynısını biz de yapardık” demişti!
Ama o bunu derken, bizim rahmetli madencilerin bazıları, hâlâ aylardır göçük altında çürüyordu!
Neyse!
Bizim eğitimdeki en büyük hatalarımızdan biri de, önce İsmet İnönü’nün, sonra da Adnan Menderes’in, Köy Enstitüleri’ni yok etmeleri olmuştur!
Günümüzde “demokrat” kesimin İtalyan Faşist Diktatör Mussolini’den, sağ kesimin ise Stalin’den devşirilen büyük hata olarak nitelediği köy enstitüleri, aslında bizim için kaçırılan büyük bir fırsat olmuştur!
Bu okullardan yetişenler, Türkiye’yi komünist falan yapamazdı, çünkü ülkemizin fıtratında komünizm yeşeremezdi!
Ayrıca dini duyguları bu kadar yüksek olan millet, komünizme geçit vermezdi!
Zaten iliklerimize kadar işleyen Amerika hiç izin vermezdi!
Diyelim ki, ideolojik olarak zararlı kimseler yetişiyor, devlet bunun önlemini pekâlâ alabilirdi!
Enstitüler, daha sonra “dinsizlik yuvası” olarak görüldü!
İstense, Asrı Saadet İslâm’ının öğretildiği dersler de konabilirdi!
Ama mesele o değildi!
Mesele, köylünün uyanmaması idi!
Toprak reformunu talep etmemesi idi!
Çünküüüü, özellikle doğu ve güneydoğudaki feodal sistemin yürümesi için, öğretmene, marangoza, ebeye, doktora, kaliteli ziraatçıya değil, “ırgata, köleye” ihtiyaç vardı!
Bu durum ağalar aracılığı ile oradaki düzeni sağlayan devletin de işine geliyordu!
İşte şimdi Kandil’den gelip, askere polise mermi yağdıranlar, o zamanlar köy enstitüsünde eğitim alması gerekirken, ağaya köle edilenlerin torunlarıdır!
Bakın, bir ay kadar önce “Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası” nı seyrettim..
Dokuz ile 18 yaş arasındaki çocuklar, Fauré’nin Pavane’ını, Borodin’in Poloveç Dansları’nı, Çaykovski’nin İtalyan Kapriçyosu’nu, müthiş bir performansla çaldılar!
Gershwin’in Rhapsody in Blue’sunda, Fazıl Say’a başarıyla eşlik ettiler!
Konseri coşkuyla seyrederken; bu çocukların içinde, kaç tanesinin Hakkârili, Bitlisli, Çankırılı, Tokatlı, Kastamonulu olabileceğini umutsuzca düşündüm!
“Eğer İbrahim Tatlıses, köy enstitüsünden yetişseydi, o çok güzel sesi ile anılmasının yanında, çok da güzel kadın dövmesiyle anılır mıydı acaba?” diye kafa yordum!
Tatlıses’in, ülkemizin dört bir yanından muhteşem türküler okurken, diğer taraftan dünyaca ünlü bir tenor olabileceğini hayal ettim!
Aslında Tatlıses’in “Urfa’da Oxford vardı da gitmedik mi?” lafı, “Köy Enstitüsü’nü açık tuttular da mı gitmedik?” dir ama bunu o da bilmez ve kime anlatacaksın!
Şu yazıda başından beri anlattıklarımı söylediğin zaman, ya faşistsindir, ya komünist, veya yobaz!
Herkes, meşrebine göre bir sıfat yapıştırır adama!
Ne oldu bizim ülkemizin güzelim türkülerine, duygu yüklü Türk Sanat Müziği’ne?
Nedir bu arabesk rezaleti!
Bu kültürden, arabesk denilen kepazelik, umutsuzluk, cehalet, karamsarlık mı çıkmalıydı?
Ama çıktı, yani çıkarıldı!
Şimdi bakın!
Bundan altı sene kadar önce, bir tanıdığımın çok yetenekli ve de kültürlü yetişmiş çocuğu, “Sanayi-i Nefise” yani Güzel Sanatlar Akademisi imtihanına girdi!
İlk imtihanda, yanlış hatırlamıyorsam, 3 bin kişinin içinden, ilk beşe girdi!
İkinci imtihanda ne oldu, biliyor musunuz?
İlk beşe girenlerin, hiç ama hiç birisi okula giremedi!
Aynı çocuk, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin yine sanat bölümlerinden biri için imtihana girdiğinde, sorulardan biri de neydi biliyor musunuz?
“Bilmem kaç yılında, en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını kim almıştır?”
Ancak Atilla Dorsay ayarında birinin bileceği ve aradan kaç yıl geçmiş olduğu için, belki onun dahi hatırlayamayacağı bir bilgi!
Ben adama sorarım!
Bu ülkede bırakın ilçeleri, kaç ilde sinema salonu olmadığından haberin var mı senin!
Ama o sinema olmayan illerde, kaç tane koskoca Hüsamettin Koçan olabileceğini, düşünebiliyor musun sen!
Bu Hüsamettin Koçanların kaç tanesi; gerçek Hüsamettin Koçan gibi, Gümüşhane’nin köyünde çobanlık yaparken İstanbul’a kaçıp, keşfedilme sonra da profesör ve Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’ne dekan olma şansına sahip!
Senin vazifen, o Oscar’ı kazananları bilme şansını yakalayamayan ama sanat okulunda okuması gereken yetenekleri bulup keşfetmek o imtihanda!
Küstürüp tarlaya göndermek değil!
Adam sanata merak salmış, senin ayağına kadar gelmiş, imtihana girmiş!
Daha ne halt etsin!
Bu ülkede Milliyetçi Cephe ve Ecevit hükümetleri zamanında, üç ayda öğretmen yetiştirildi!
“Öğretmenler de, benden olsun!” hesabıyla!
Dolmalık kabak bile üç ayda yetişmez!
Ondan sonra, 12 Eylül’ün Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam Paşa, benim gözümün önünde dedi ki:
“Öğretmenlerin okuma yazması yok, talebeleri siz düşünün!”
Bu yazı çok uzadı!
Siz benim meramımı anladınız!
Hepsi bu kadar!
Tüm öğretmen ve öğrencilere, Yüce Allah’tan hayırlı bir eğitim yılı diliyorum!
|