Sevgili okuyucularım, Ergenekon davasından Silivri cezaevinde yatmakta olan “Terörist (!)” gazeteci arkadaşımız Doğan Yurdakul’un eşi Güngör Yurdakul vefat etti. Cenazeye katılması için Doğan’a iki gün izin verildi.
Ancak Doğan’ın avukatları onun da ciddi sağlık sorunları olduğunu belirterek Silivri’den İstanbul’a sevk işleminin cezaevi nakil aracı ile değil, uçakla veya tam donanımlı bir ambulansla yapılmasını istediler.
Tutuklu ve hükümlülerin bir yerden bir yere sevk işlemleri cezaevi araçlarıyla yapılıyor. Kısa mesafe olsa bile feci bir şey! Ama özellikle uzun yollarda bu sevk tam bir işkenceye dönüşüyor.
Bunları vurgularken dünkü yazımda aynen şöyle demiştim:
“Cezaevi aracı dediğiniz, kapalı bir araç. Tutuklunun (ya da hükümlünün) bulunduğu bölümde pencere yok. Dışarıyı göremiyor. Aynı bölümde klima yok.
Sizi dışarıdan kilitliyorlar ve gideceğiniz yere o daracık, dışarıyı görmeyen demir parmaklıklı hücrede gidiyorsunuz.
Sağlıklı bir insanın bile sağlığını yok edecek bir ortam.”
Gazete basılıp bayilere ulaşmıştı ama sabahın erken saatlerinde sizler dünkü yazımı henüz okumamıştınız.
Okuduğunuz zaman belki bir şokla sarsıldınız…Çünkü aynı dakikalarda ekranlara ve haber sitelerine acı bir haber düşmüştü:
“Van’dan İstanbul’a mahkum taşıyan cezaevi nakil aracı, sabah 6.30’da Sivas’ta arıza nedeniyle yandı. Araçta bulunan beş mahkum yanarak öldü.”
O seyyar tabut gibi olan cezaevi sevk aracının arkadaki motoru birdenbire alev alıyor. Mahkumlarla birlikte giden jandarmalar, o demir parmaklıklı hücrenin dışarıdan kilitlenen ve aracın arkasında olan demir kapısını açamıyor ve beş kişi gözlerinin önünde, bağırarak, haykırarak ve yanarak ölüyor.
İstanbul-Van arası tam 1.644 kilometre.
Normal bir araçla gitseniz, yolculuğunuz iki gün alıyor.
Külüstür ve bakımsız cezaevi aracı bu yolu kaç saatte, kaç günde alır?
Bu süre içerisinde, o demir hücrede uyumak söz konusu değil. Dışarıyı görmüyorsunuz. Bir kişi bile sigara içiyor olsa dumanaltı oluyorsunuz.
Nerede işlerine geldiği zaman tantanasını yaptıkları “İnsan hakları (!)” kavramı?
Bu cezaevi aracını izleyen bir de eskort aracı ve rütbeli rütbesiz toplam 12 jandarma ve sivil görevli varmış.
Araç birdenbire alev alınca hücrenin kilitli kapısını açamamışlar ve olan olmuş.
Şimdi şu tabloya bir bakınız. Cezaevi aracında beş mahkum. Bunların iki günlük yol boyunca yiyecek içecek masrafı olacak. Bunu kendi ceplerinden mi karşılarlar, yoksa parasını devlet mi verir, doğrusu bilmiyorum.
Aynı olay jandarmalar, aracın sürücüsü ve cezaevi görevlisi için geçerli. Üstelik görevlilere harcırah veriliyor.
Araç taaa Van’dan İstanbul’a 1.644 kilometre gelecek ve akaryakıt tüketecek.
Pahalı bir iş.
Oysa bu insanları uçakla gönderseler hem daha ucuz, hem de insancıl ve uygar olacak.
Dün sabah erken saatlerde yanan cezaevi sevk aracında ölen beş mahkum belki katil, terörist, hırsız, belki de uyuşturucu kaçakçısı.
Ama onlar insan.
Yaklaşık iki yıl önceydi. Karayolunda bir benzin istasyonunda mola vermiştik. Tuvalete giderken birdenbire karşımda elleri kelepçeli iki kişi belirdi. Yanlarında jandarmalar vardı. Onlar da tuvalete gidiyordu ve özellikle izledim.
Tuvalet kapısında kelepçeleri çözüldü. Kapıda iki jandarma bekliyor.
Çıktılar ve araca doğru gidiyorlar. Biri rica etti:
“Abiler açız, ne olur şurada iki lokma bir şey yiyelim. Nasıl olsa kelepçeliyiz. Kaçma durumumuz yok. Parasını da biz veririz.”
Jandarmalar izin vermedi.
Hemen yanlarında idim. Ben de rica ettim, izin yine çıkmadı. Kelepçelilerden biri beni tanıdı:
“Emin Bey şu halimize bakın. Bu insanlık mı?”
Yapacağım, söyleyeceğim bir şey yoktu. “Haklısın kardeşim” diyebildim.
Ama onun sözü beynime çakıldı kaldı.
“Bu insanlık mı?”
Dün Van’dan gelip İstanbul’a gitmekte olan cezaevi aracında, mezar gibi hücrenin kapı kilitleri açılamadığı için diri diri yanan o beş mahkumla ilgili haberi görünce irkildim…
Rastlantı, aynı gün gazetede cezaevi sevk araçlarına da kısaca değinen yazım vardı!
Şaşırdım.
Kısa mesafeler neyse de, kendi kendime sordum:
“Hangi çağda yaşıyoruz, Van’dan İstanbul’a karayolu ile mahkum sevk edilir mi? Şimdi bu facianın hesabını kim verecek? Adalet Bakanı mı, başkaları mı?”
SURİYE REZALETİ
Sevgili okuyucularım, Suriye’de Esad yönetimini devirmeye çalışan İslamcı kesim var. Olaylar devam ediyor, çatışmalar bitmiyor. Olabilir, onların iç işidir.
Fakat gelin görün ki, bu İslamcı kesim, karargahını ve merkezini bizim hükümetin izniyle İstanbul’da kurmuş durumda. Yani Suriye’deki olaylara Türkiye çanak tutuyor, isyancıları besliyor. Aynen Kuzey Irak Kürt yönetiminin PKK’yı koruyup beslediği gibi!
Bir ülke, yani Türkiye, nasıl olur da komşu ülkedeki rejimin yıkılması için böylesine açıktan devreye girer?
İsyancıların temsilcileri önceki gün yine İstanbul’da bir otelde toplanıp Esad yönetimini devirmek için Suriye Ulusal Meclisi kurduklarını ilan ettiler. Önceki toplantı yine İstanbul’da, en lüks otellerden birinde yapılmıştı.
Bu toplantılara yüzlerce kişi katılıyor. Bu toplantılar için trilyonlar harcanıyor.
Bu gibi işler büyük para gerektirir. Peki değirmenin suyu nereden geliyor?
Libya isyancılarına 300 milyon dolar veren, hem de bu paranın önemli bölümünü bavullarla teslim eden Tayyipgiller tarafından olmasın!
Peki ama Suriye konusundaki bu 180 derece değişiklik nasıl gerçekleşti?
Bizim Tayyip, bundan birkaç ay öncesine kadar Esad’ın en büyük dostu idi. Karılı kocalı bir araya gelirler, öpüşüp koklaşırlar, birbirlerine övgüler düzerlerdi. Öylesine dost olmuşlardı ki, iki ülke arasında vize bile kaldırıldı.
Günün birinde ABD’den Türkiye’ye uyarı geldi:
“Biz Esad’ı devirmeye karar verdik, siz de ona göre davranın. Suriyeli isyancılara, isyanın başındaki Müslüman Kardeşler örgütüne destek verin.”
İşte o andan itibaren her şey değişti ve Türkiye, kapılarını isyancılara açtı.
İstanbul’un beş yıldızlı otellerinde bir araya getirilen bu kesime her türlü olanak devlet kesesinden sağlandı ve sağlanıyor.
ABD günün birinde “Biz Esad’ın kalmasına karar verdik” derse, o takdirde Tayyipgiller yine Esad’ın en büyük destekçisi olacak. Yine karılı kocalı bir araya gelip birbirlerine övgüler düzecekler!
Bir ülkenin dış politikası ABD ve AB’nin hizmetinde olursa, kuklaların iplerini yabancılar oynatırsa, olacak olan işte budur. Suriye olayında bunu yaşıyoruz.
Emin Çölaşan’ın notu: Yarınki yazımda, bugün çok önemli bir güncel konu olmadığı takdirde, sizlere hepimizin yediği elektrik faturası kazığını anlatacağım. Faturanızı şimdiden hazırlayıp önünüze alın!
|