Bu uzun bir yazı olacak… Ara başlıksız, boldsuz ve tek konu; yazması zor, ama yazılmasının artık zamanı geldi… İstedim ki, tarihe kayıt düşülsün…
Sözlü tarih çalışmalarının kıymeti son 10, 15 yıldan buyana daha bir anlaşılır oldu…
Önemli olayların canlı tanıklarından bilgiyi alıp kayıtlamazsanız, onlarla birlikte yok oluyor gidiyor…
Örneğin kayınpederim Selanik göçmeni İsmetiyeli emekli Albay Ali Bozkurt; müthiş öyküleri olan biriydi… 1960’ın canlı tanıkları arasındaydı… Ankara’da ilk gözaltılar sırasında yaşananları biliyordu..
Son günlerinde konuşurduk; yaygın medyanın ağır toplarından birisi ona ulaşmış ama konuşmayı kabul etmemişti:
“Nasıl anlatabilirim ki; öyle şeylere tanık oldum ki, bu gözlerim öyle şeyler gördü ki, konuşamam, anlatırsam, ordu zarar görür” demişti…
Hatta yaşadıklarından sonra eşinin hastalığını bahane edip emekliliğini istediğini anlatmıştı…
Sonrasında ise MİT’te çalıştığını biliyorduk, çok renkli bir hayatı olduğunu da… Ama anlatmazdı…
Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve Bektaşi idi… Ölümüne yakın zamanlarda parça buçuk anlattıkları şimdilik bende…
Sadece şunu dediğini yazabilirim ancak:
“Yıllarca Türkiye’nin Başbakanlığını yapmış bir insana öyle şeyler yaptılar ki, hazmedilecek şeyler değildi…”
Neden karşı çıkamadığını ise yapanların kendisinden üst rütbeli olduğunu ve o koşullarda elinden gelen hiçbir şey olmadığını söylemişti…
Bir diğer müthiş öykü ise kendi babamın Kenan Kolaylı’nın tanıklığıdır…
Babam tahminime göre, 1908, 1909 doğumluydu…
Zira Kurtuluş Savaşında çocuk olduğunu, diğer erkek kardeşleriyle birlikte dağlarda ot yediklerini anlatırdı! Babaannem Huriye Hanım ise 1885’li yıllarda dünyaya gelmiş olmalı…
Besim Ömer Paşa’nın Osmanlı dönemindeki ebelik okulunu bitirmiş; eskilerin tabiriyle “Diplomalı Ebe” imiş…
Babaları savaşta ölen oğullarını (Biri ilk eşinden diğer ikisi ise ikinci eşinden olan ) görev yaptığı Burdur Tefenni’de bir ailenin yanına, daha sonra ise Neyzen Tevfik’in ailesinin yanına bırakarak Anadolu’ya geçtiği ve Sıhhiye Çavuşu olduğu anlatılırdı…
Babaannem Neyzen Tevfik ile anne tarafından akrabaydı… Soyadı kanunu çıktıktan sonra, mektup yazarak izin alarak aile ile aynı soyadını (Kolaylı) almış…
Ben 1 yaşındayken ölmüş; onu tanımadım; ancak çok çetin bir kadın olduğunu, üç oğlunun da ondan ödünün patladığını, bütün sülalenin hakkından geldiğini, çok kitap okuduğunu, sigara ve kahveyi çok sevdiğini ve bir de çok iyi silah kullandığını; eğitimi önemsediğini, üç oğlunu da okuttuğunu biliyorum…
Babam çok zekiymiş; babaannem eşi ölünce, Anadolu yollarında oğlu eğitimsiz kalmasın diye Bursa’da Mekteb-i Fünun-u İdadi’ye (Bugünün Işıklar Askeri Lisesi) yatılı olarak bırakmış, birkaç yıl sonra yanına almış…
Babam liseye önce Antalya’da başlamış. Kendi anlatısına göre, okul ona çok hafif gelmiş; Bursa Erkek Lisesi’nin methini duyunca, okulu bırakıp Bursa’ya gelmiş…
Okulu ikincilikle bitirmiş; ardından İstanbul’da Nafia Fen Mektebi’ni (Yıldız Teknik Üniversitesi) 3 yıllık bölümünden birincilikle mezun olmuş ve Nafia Bakanlığı’nda (daha sonra adı Bayındırlık Bakanlığı, son olarak da Şehircilik ve Çevre Bakanlığı olarak değişti) işe başlamış…
İşte hikayemiz de burada başlıyor…
Nafia memuru Kenan Kolaylı, okumuş yazmış insanın çok az bulunduğu dönemde hızla terfi ediyor.
Bu arada ilk Dersim olayları başlıyor… Ardından da Hükümet Dersim’e girme kararı alıyor ve babam da Dersim’de Askeri Birlikler’in kullanacağı yolları açan, köprüler yapan Nafia Bakanlığı ekiplerinin başına veriliyor…
Babamın Dersim isyanı sırasında orada görev yaptığını annemin anlattıklarından bilirdim; kendisi kesinlikle bu konuda tek bir kelime etmezdi…
Sadece 1990’lı yıllarda PKK terörü azıttığında söylenirdi:
“Bunlar ne biçim Kürt! Dersim’de sivile, devlet memurlarına kurşun atmazlardı. Bunlar öğretmenleri vuruyor, kendi insanlarını vuruyor” diye…
Annemin anlattıklarına göre;
“Babam 1937-1938 yıllarında Dersim’de şantiye şefi imiş… Onlar yol köprü yapar, asker de ardından bölgeye girermiş…
Yanında teslim olan Dersimliler çalışırmış… Babam onlara çok iyi davrandığı için babamı sayar, severlermiş…
Çatışma ortamında isyancılar kesinlikle sivile kurşun atmazlarmış… Defalarca çatışma içersinde kalmışlar, babam çok kez yanındaki askerin alnının ortasından tek kurşunla vurulduğunu görmüş, ancak asker dışında kimseye ateş etmezlermiş…
Yanan bir köyde, ölmek üzere olan 14, 15 yaşında küçük bir kadın küçük kızını uzatmış; “Ağam, kızımın canını bağışla, kurtar onu” diye…
Kız bir buçuk, iki yaşlarındaymış…
Babam da o zaman daha sonra kanserden ölen eşi Nadide Hanım ile evliymiş ve çocukları da olmuyormuş…
Kızı almış, koyun postunun arasına saklayıp çıkarmış, daha sonra da evine götürmüş… Kız bebek çok güzelmiş, kirpikleri kaşına değiyormuş, gözleri sürmeli sürmeliymiş…
Babam anlatırken çok hayıflanırmış; ilk eşi kıza bakmamış, babam eve kadın tutmuş, baktırmış, ama bakmış ki karısı istemiyor, “Böyle olmayacak” demiş… İstanbul’daki çocuksuz, varlıklı bir ailenin yanına vermiş… “
Yıllar sonra o kadın, ölmeden önce, 1990 yılında Bursa’ya geldi babamı buldu… Ailesi hikâyesini anlatmış, babamı görmek, tanımak istemiş… O tarihlerde yaşı 50’nin üstündeydi, güzel, şık, bakımlı bir kadındı ve bir üniversitede profesördü…
Babam annemi ve beni odadan dışarı çıkardı, kadına uzun uzun anlattı, çok merak ettim, kapıyı dinledim gizlice…
O’nu hangi köyde, köyün neresinde bulduğunu ve annesini anlatıyordu…
Babam aydın bir insandı; 84 yaşında ölene kadar başucundan kitabı eksik olmadı, Cumhuriyetçiydi, Atatürk’ü çok severdi ve fötr şapka giyerdi…
1990’lı yıllar babamın rektum kanseri olduğu dönemdi… Kimi zaman sorunları çok artıyordu…
1992 yılında ölümüne birkaç ay kala ciddi bir idrara çıkma sorunu yaşadı. Çok inatçıydı, zaten hastanede oradan oraya sürüklenecek bir durumu da yoktu.
O tarihte SSK Hastanesi Bevliye Doktoru İbrahim Çelik ile yanında tıbbi müdahale ve cihaz temini için destek verecek üç kişi daha eve gelerek babamı muayene etti…
Daha sonra işin sohbet kısmına geçildi…
Babam Doktor İbrahim Çelik’e babam “Nerelisin?” diye sordu… Çelik “Elazizliyim” dedi…
Babam ”Elaziz’i çok iyi bilirim, ben Dersim’de görev yaptım” diye yanıtladı…
Dr. İbrahim Çelik babama şu soruyu yöneltti: “Baba sen o zaman Dersim’i, katliamları da bilirsin!..”
İbrahim sanki babamın içinde bir zembereğe dokunmuştu… Ardından odadaki herkesi şok edecek gerçekler döküldü babamın ağzından…
İki ellerini başının arasına aldı babam; büyük bir dehşet içerisinde “Allahım” dedi… Ve zemberek boşaldı, babamın yıllardır sakladığı sırlar bir bir ağzından dökülmeye başladı:
“Aman!.. Mahşerdi… Onca yıldır hiç aklımdan gitmedi ki! Hala gözlerimi kapayınca o görüntüler gözümün önüne geliyor…
Hala yanan insan etinin kokusu genzimde, hala insanların feryatları kulaklarımda dün olmuş gibi… Mahşerdi”
Babam 84 yaşındaydı ve ilk kez Dersim olaylarını anlatıyordu, ölümüne topu topu iki ay kala!..
Bir ara baktım, İbrahim Çelik’in gözünden yaşlar süzülüyordu…
Ondan sonrasını ağzım bir karış açık, şaşkınlıktan afallamış bir şekilde dinledim…
Teslim olan Dersimlilerle, köylerden toplanan kadın, çocuk ve yaşlının nasıl askerler tarafından ormana sürüldüğünü anlattı:
“Bana getir adamlarını, ormanın etrafına hendek kaz, dediler. Kazmadım, adamlarıma da kazdırmadım.
Teslim olan erkeklere ormanın etrafına hendek kazdırdılar, kazma işlemi bittikten sonra, onları da ormana sürdüler.
Çepeçevre hendeklerin içine gazyağlarını, benzinleri döktüler… Daha sonra da ateşe verdiler. Ormanın içinde yüzlerce kadın, çocuk bağıra bağıra, cayır cayır yandı…”
Ormanda yakılan insanların sayısını bilmiyordu, ama binin çok üstünde olduğunu söylüyordu; sadece hendek kazmada 300’ün üstünde esirin çalıştığını anlattı…
Babam, şantiye şefi olarak askeri birliklerle birlikte hareket ettiklerini, askerin girdiği köylerin içindeki insanlarla nasıl yakıldığını da anlattı…
“Biz yol, köprü yapıyorduk, asker arkamızdan giriyordu…” dedi…
En vahimi de, orman yangınının Dersim’de çatışmanın bittiği, insanların teslim olmaya başladığı zamanda gerçekleştiğini söyledi…
Ve bir başka olay daha anlattı:
“…Teslim olan binlerce kadın, çoluk, çocuk, bir vadiye sokuldu… Vadinin her iki tarafına mitralyözler kurulmuştu. Hepsi öldürülecekti, son dakikada, Fevzi Çakmak Paşa’dan gelen bir emirle katliam durduruldu. Bu iş daha önce de yapılmıştı, insanlar vadilere sürülmüş ve çapraz ateşte taranarak öldürülmüştü…
Son olarak şunu söyledi:
Dersim’de ben dünya gözüyle mahşeri, cehennemi gördüm… Bu yüzden de ölmekten korkmuyorum…”
Bir daha da Dersim ile ilgili tek bir kelime etmedi… Zaten üzerinden çok fazla zaman geçmeden hakka yürüdü…
Aradan tam tamına yirmi yıl geçti, babam Dersim olaylarının üzerinden geçen 54 yıl boyunca yaşadıklarını nasıl unutmamışsa, ben de aradan geçen 20 yıl boyunca babamın anlattıklarının tek bir kelimesini unutmadım, hala “Mahşerdi” diyen sesi çınlıyor kulaklarımda…
|