Okul arkadaşım, Hürriyet’in Ankara’daki siyasi yazarı Şükrü Küçükşahin, detaylarını anlatmasa uyanmayacaktım...
Genelkurmay Fevzi Çakmak Salonu’nda Yüksek Askeri Şura toplantısı yapılıyor...
Masanın başında Başbakan var...
Onun sağına düşen masanın bir tarafında yeni Genelkurmay Başkanvekili Orgeneral Necdet Özel oturuyor...
Masanın Başbakan‘ın sol tarafına düşen tarafında ise Savunma Bakanı İsmet Yılmaz var...
***
Herkes bu yeni oturma düzenini bir “devrim” olarak niteliyor...
Oysa yeni düzen bir “devrim” değil...
Eski oturma düzeninin yıllardır süren “hatası” düzeltiliyor...
Şöyle ki:
Genelkurmay Başkanı, protokolde Başbakan’a bağlı değil mi?..
Başbakan’a bağlı olan kişinin onun yanıbaşında oturması doğru mu?..
Hele hele eski oturma düzenine göre, eğer bir bağlılık söz konusuysa Başbakan, Genelkurmay Başkanı’nın sağında oturduğundan, Başbakan, Genelkurmay Başkanı’ndan sonraymış gibi gözüküyor...
***
Oysa şu anda geçerli protokol uygulandığında, yeni resim geçerlidir...
Ancak dahası var...
Eğer yeni Anayasa’da Genelkurmay Başkanları, Savunma Bakanları’na bağlanırlarsa, Genelkurmay Başkanı, Savunma Bakanı’yla yer değiştirecek...
Savunma Bakanı, Başbakan’ın sağına, Genelkurmay Başkanı, Savunma Bakanı’na bağlı olduğundan Başbakan’ın soluna oturacak...
Yani YAŞ’taki yeni düzen başlığıyla verilen haber, aslında yeni düzen değil, halihazırdaki protokolün doğru uygulanışı...
Yeni düzen geldiğinde Savunma Bakanı, şu anda Genelkurmay Başkanı’nın oturduğu koltuğa geçecek...
Genelkurmay Başkanı da Savunma Bakanı’nın oturduğu yere...
***
Protokolü sıkıcı ve anlamsız bulabilirsiniz...
Ancak protokol dediğiniz, “ülke başkentlerinin en önemli gündem maddelerinden biridir...”
Siyaset protokol üzerinden yapılır, ülke protokol üzerinden yönetilir...
Çok yıllar önce, “Türkiye’deki askeri darbeler” konusunu gazeteci Cüneyt Arcayürek’e anlatırken, Süleyman Demirel şu çarpıcı tespiti yapmıştı:
“Mesele Çankaya meselesidir... 864 rakımlı tepeye kim çıkacak?.. Asker mi sivil mi?..”
***
Sanıyorum hiyerarşide Başbakan’a bağlı olmasına rağmen, Genelkurmay Başkanları’nın YAŞ toplantılarında Başbakan’la yan yana oturmalarıyla Demirel’in söyledikleri arasında önemli bir bağ var...
Parlamenter demokrasi hüküm sürerken 1973 yılında seçilen son asker kökenli Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’tü...
Korutürk’ten sonra, Cumhurbaşkanı bir türlü seçilemedi ve asker yönetime müdahale etti...
Kenan Evren seçilemeyen Cumhurbaşkanı’nın yerine Devlet Başkanı oldu...
İşte o günlerde Demirel, “Mesele Çankaya’ya kim çıkacak meselesidir” demişti...
Çünkü askerin 1973 yılında istediği Faruk Gürler Paşa’yı seçtirmeyen Demirel çok iyi biliyordu ki, Çankaya’ya asker “kendinden gelme birini ister...”
***
Kenan Evren’den sonra Turgut Özal yeniden sivil cumhurbaşkanları dönemini başlattı...
Onu, Erdal İnönü’nün oylarıyla Cumhurbaşkanlığı’na seçilen bir diğer sivil siyasetçi Süleyman Demirel izledi...
Daha sonra yine bir sivil, Anayasa Mahkemesi’nden getirildi Cumhurbaşkanlığı’na...
Ahmet Necdet Sezer...
Sonrasında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı savaşını yaşadı Türkiye...
Gül hem sivildi, hem de eşinin başı örtülüydü...
Bugün gelinen noktada Demirel‘in söylediği “Çankaya mevzisini kaybeden” askeri kanat, kendi alanında Başbakan’la eşit olduğunu düşündüğünü noktadan Başbakan’a bağlı olduğu noktaya gelmiştir...
Yeni Anayasa’yla Savunma Bakanı’na bağlanması gündemdedir...
Olayları tarihi açıdan incelersek, resimlerin ve fotoğrafların anlamını kavrarız...
Elbette yaşadığımız değişimin de...
*****
BODRUM’DA RAMAZAN VAKTİ...
Temmuz bitti ve Ramazan geldi Bodrum’a... İşler için bir günlüğüne İstanbul’a geldim, bugün kısmetse dönüyorum...
Çünkü hayat, esasen Ramazan da dahil bütün renkleri ve armonisiyle devam ediyor Bodrum’da...
Geçen gün yılların dostu Berna Çankaya’yı (Gürel) gördüm Yalıkavak’ta, Palmalife’ın sabah kahvaltısında...
Yıllar öncesinden biliyorum Yalıkavak’ta evi var...
Yanında Roma’da yaşayan bir arkadaşı vardı...
Onun da Fransa’da Cote d’azur’da yazlığı varmış...
Fakat yaz için Fransız Rivierası yerine Bodrum’a geliyor...
“Neresinde ki eviniz Cote d’azur’un?” dedim...
“Juan les Pins” demez mi?..
Hayretle yüzüne bakmışım...
“Siz şimdi Juan les Pins’deki eve gitmeyip, Bodrum’a mı geliyorsunuz?..”
“Evet” dedi kadıncağız, ne olmuş gibilerinden...
Daha ne olsun?..
Juan Les Pins dediğiniz yer, Fransız Rivierası’nın en kaliteli, en entelektüel, en Fransız-İtalyan yerinin adıdır...
Türkler, Araplar ve Ruslar pek bilmezler...
Onlar ya Cannes’ın sahil caddesinde lüks arabalarla volta atıp, mücevher dükkanlarını gezerler ya da Saint Tropez plajlarının, en çılgın localarında roze şarap ve şampanya eşliğinde manken kızlarla eğlenirler her gün öğlen saat 14’ten gece geç saatlere kadar...
***
Juan les Pins’de, caz festivalleri olur...
Caz, deniz, güneş ve güzel birkaç lokantanın dışında sakin bir kasabadır Juan les Pins...
Ancak sapına kadar Fransız’dır...
Biraz da İtalyan...
Kültür akar sokaklarında...
Mücevherat ve Ferrari değil...
Cannes’a birkaç kilometre uzaklıkta olmasına rağmen, Türk zenginlerinin, Arap ve Rusların rağbet etmemesi daha doğrusu doğru düzgün bilmemeleri ondandır...
Bilmemeleri sizin avantajınızadır...
Siz keyfini çıkartırsınız bu Fransız kasabasının...
Neyse...
Roma’da yaşayan hanımefendi Juan les Pins’e değil, Bodrum’a geliyor...
Hatta 5-6 ay Bodrum’a yerleşmeyi düşünüyor...
***
Berna, “Ben yılın 5 ayını Bodrum’da geçiriyorum” diyor...
Bu kızı bilirim...
Yeniköy’de yalılarda kalmış, büyümüş, Nişantaşı’ndan çıkmayın bir sosyal hayatın merkezinde yaşadı yıllarca...
Öyle “Free takılıyorum, bohem yaşıyorum” gibi türler ona pek uymaz...
Onun için şaşırıyorum...
“Sen sinemaya, konsere gitmesen, alışverişe çıkmasan rahat etmezsin... Nasıl oluyor 5 ay Bodrum’da sıkılmıyorsun?..”
“Burada sinema, alışveriş merkezleri, konser her şey var... Filmler İstanbul’la aynı zamanda vizyona giriyor... Konser, sergi istemediğin kadar çok... Yetişemiyorsun..”
Sonra Beşiktaş’tan tanıdığım Güven Kulabaş’ı görüyorum...
“Yılda 5 ay Bodrum’da yaşıyorum abi” diyor, “Hanımla kendimize muhteşem bir hayat kurduk burada...”
***
Güven dediğim kişi, İstanbul’da iki gün sosyalleşmese rahat etmez...
Bodrum’da 5 ay boyunca, eşiyle dostuyla mükemmel bir hayat kurmuş, yaşıyor...
Ramazan geldi Bodrum’a...
Hayatın bütün armonisi, bütün renkleri var Bodrum’da...
Selim İleri’nin 1970’lerde yazdığı roman geliyor aklıma...
“Her Gece Bodrum...”
İçimden geçen gülümnseme başka bir şey söylüyor artık...
“Her mevsim Bodrum...”
|