Yine benim cadılarımı tepesine gönderdiğim bir gün, çıtlatmıştı roman yazmaya başladığını…
- Anne bak, tam üçte muhallebilerini yemiş olmaları gerekiyor. Akşam yemeği de en geç saat yedide… Bu arada, yani abartmış olmuyorsam şayet, kalburabastı yapabilir misin? Tatlı krizim tuttu.
- Kızların yemeklerini dert etme de, kalburabastı yarına kalabilir, işim var.
- Erteleyemez misin?
- Bir şeyler yazmaya başladım. Ertelemeyeceğim.
- Aman yaz. Kan şekerim düşsün iyice de, sokaklarda bayılayım e mi?..
İşte böylesi bir ortamda yazmaya başlamış ilk romanını. Benim epey sonradan haberim oldu. Allah biliyor ya, ilk zamanlarda geçici bir heves gözüyle baktım. Ve yine Allah biliyor ki, başlangıçta ciddiye almadım. En son beraber bilgisayar başına geçtiğimizde, mouse’u nasıl tutacağını bile bilmiyordu. Kikirdemiştim haline. ‘Bu klavyede F harfi yok’ diye söylendiği, F’yi güç bela buldurur buldurmaz, ‘F tamam ama, J’yi gerçekten koymamışlar’ dediği zamanlar geldi aklıma. Üstüne üstlük, nasıl beceriyorduysa, yoğun iş yaşamından asla taviz vermeyen bu kadının, günün kalan bölümünü de, kelimenin tam anlamıyla tepesinde geçiren küçük cadılarıma rağmen değil roman, mektup bile yazmasını olanaksız görürken ben… O başladığı işi bir kez daha bitirmişti. 50′sinden sonra tanıştığı bilgisayarı öttürdüğü, taaa dünyanın bir ucundaki insanlarla mail’leştiği bir gün, ‘Annemin de başını ezerler mi?’ adını verdiği romanının müsveddesini, ‘Oku, fikir ver ama sakın ola ukalalık yapma. Ben bir edebiyatçı ya da yazar değilim. O ayılıp bayıldığınız Orhan Pamuk hiç değilim unutma’ diyerek önüme koyduğu zaman anladım onu ciddiye almamakla yediğim haltı.
Ve okuyunca,
Yıllar yılı, eleştirdiğim ve hatta zaman zaman yargıladığım hayat, hayatlar ve o dönemde mücadele veren tüm insanlara bambaşka bir gözle bakmayı öğrendim. Hani hep derler ya, ’12 Eylül Türk solunun üzerinden bir silindir gibi geçti’ diye… Büyük bir yanılgıdır bu. Aslında 12 Eylül, en çok, o dönemin çocuklarının, o döneme ve belli bir mücadelenin içindeki ailelerine rağmen çocuk kalabilmek için didinenlerin üzerinden bir silindir gibi geçmiştir.
Romandaki küçük Arzu’nun yaşadıkları öyle tanıdık, öyle bildik ki… ‘Benim annemin de başını ezerler mi? diye kocaman korkularımız vardı bizim de… Ve tıpkı onun gibi, çok küçük yaşlarda büyümek zorunda kaldık. ‘Ecevit’ten nefret ediyorum’ diyen kaç Demirelci çocukla küsüşmüşüzdür kim bilir? Mesela ben, kitap ve Cumhuriyet gazetesi okuyan anne babaların çocuklarının acı çekmek zorunda kaldığına inandığımdan, asla kitap okumadım uzun yıllar boyu. Şiirlerini okumayı reddettiğim Nazım Hikmet’ten, o günlerde canını zor kurtaran Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’nden bile nefret ettim hiç tanımadan, bilmeden. Daima evde oturan, hatta mümkünse okuma yazması bile olmayan ve başı hiç derde girmeyen annelerden biri olmadığı için yargıladım onu. Onsuz ve onun için endişelenerek geçirmek zorunda kaldığım tüm saatlerin hesabını sormaya yemin ettiğim günler oldu. ‘Sen başkalarının çocuklarını benden daha fazla seviyorsun’ diye feryat ettim kaç kere.
Utana sıkıla itiraf ediyorum ki, onu ve onun gibileri o kitabı okuduğumda tam anlamıyla anladım. Hayatımda ilk kez derin bir saygı duydum, dünya görüşü ne olursa olsun, birçok bedel ödeyerek ve yakın çevrelerine de ödeterek başkalarının çocukları için mücadele eden insanlara. Üstelik de, kendi çocuklarından ayrı kalmamak uğruna mesleğini bırakmayı tercih etmiş bir anne olarak yaşadığım o günlerde…
Sevgili Güler Buğday, biliyorum biraz geç oldu ama, helali hoş olsun benden uzakta geçirmek zorunda kaldığın saatler ve günler. Darısı, benim gibi düşünen o dönemin diğer çocuklarının başına…
|