Ya bu eli hissedersiniz ya da tarihi bir barış fırsatı heba olur. 13 şehidin yüreğinizi nasıl dağladığını anlıyorum. Ancak, liderlik ve devlet adamlığı bu acıların üzerinden geleceği görmektir.
Başbakan Erdoğan’ı izliyorum televizyonda. Yüz ifadesi her şeyi anlatıyor. Canı son derece sıkkın ve öfkeli.
Tersi elbette beklenemez.
Üç cümlesini not ediyorum:
“Pazarlığa oturacak değiliz!”
“Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır.”
“Bundan sonraki süreç çok farklı olacak.”
Kendi kendime soruyorum.
Nasıl farklı olacak?..
Erdoğan’ı dinledikten sonra, televizyonda bir öğretim üyesinin şu sözleri kulağıma çalınıyor:
“Devletin caydırıcılığını göstermek gerekiyor.”
Erdoğan’ın “Bundan sonraki süreç çok farklı olacak” cümlesi...
Ve ‘devletin caydırıcılığı...’
Yeni dönemin şifreleri mi?
Eğer öyleyse, Türkiye’yi çok sıcak bir yaz bekliyor demektir.
Tedirgin oluyorum.
1990’lar da böyle başlamıştı.
Devlet önce PKK’yı bitirmeye karar vermişti. Baş sorun ‘terör’dü, PKK’ydı.
1993 yılı Mart ayı.
Başbakan Demirel bir gün bana şöyle demişti:
“Terörle mücadele devam ederken başka alanlarda adım atılmaz. Halkın gözünde PKK’ya taviz olarak görülür bu... Teröristle pazarlık gibi anlaşılır. O zaman Apo çıkar der ki, ‘Düşün arkama! Bakın sonuç almaya başladık. Bastırın, daha fazlasını alırız.’ Bu nedenle önce terör bitecek.” (*)
‘Bireysel haklar olur’
1990’ların ilk yarısında Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş Paşa da Demirel gibiydi. Parlamentoya girdikten sonra 1996’daki bir sohbetimizde şöyle demişti:
“Kürt başka terör başka... Kolektif haklar olmaz ama bireysel haklar olur. Kişisel özgürlükler olur. Peki ama askeri mücadele devam ederken, bunlar nasıl olacak? Bunca şehit verilirken, bunca şehit ailesinin yüreği yanarken, insan hakları ve demokrasi konusu nasıl gündeme getirilecek?” (**)
Devletin 1990’larda Kürt meselesine bakışı bundan ibaretti. Önce devlet ‘elinin ağır olduğu’nu Kürtlere gösterecek, PKK’yı tecrit ettikten sonra da işini bitirecekti dağda...
Ama bitiremedi.
Evet, devlet 1990’larda Kürtlere elinin nasıl ağır olduğunu gösterdi.
1992’nin Mart ayı.
Cudi Dağı karla kaplı.
Şırnak’a helikopterle iniyor, Jandarma Sınır Tugay Komutanlığı’nın bahçesine konuyoruz. Çevrede tanklar mevzilenmiş. Karargâh pencereleri yarıya kadar kum torbalarıyla örtülü.
Bahçenin bir köşesinde Atatürk büstü, üstünde “Ne mutlu Türk’üm diyene...” Tugay karargâhının duvarında kocaman siyah bir delik. Birkaç gün önceki baskında bir PKK roketi isabet etmiş...
Şırnak’ın merkezi savaş alanı gibi, ana yol da çamur deryası... Çatışma iki gün iki gece sürmüş... Etrafta savaş manzaraları...
Elektrik direğine iliştirilmiş bir levha, Cumhuriyet Caddesi... Kurşunla delik deşik olmuş bir tabela da sallanıyor elektrik direğinde:
Şırnak İnsan Hakları Derneği...
Devlet Bakanı Necmettin Cevheri kulağıma eğiliyor:
“Devletin sabrı ve şefkati yanlış anlaşılmıştır.”
Olağanüstü Hal Valisi Ünal Erkan’ı dinliyorum:
“Devlet bunlara karşı çok pasif bir tavır sergiledi. Devlet çekilmişti. Oysa devletin otoritesini göstermesi gerekiyordu. Terörü ezmeden başka bir şey yapılamaz. Apo bunlara yürüyün demiş, bir şey olmaz korkmayın demiş. Ama şimdi devlet bir şeylerin olabileceğini göstermiş durumda... Mesele budur.”(***)
Evet, 1992’de mesele buydu.
Devlet ‘otoritesi’ni göstermeye başlamıştı, ‘PKK sorunu’nun kökünü kazımak için...
Hukuk hiçe sayıldı bunun için.
Susurluk böyle doğdu.
Ergenekon’un tohumları atıldı.
Faili meçhul cinayetler işlendi.
Kürt köyleri zorla boşaltıldı, yakıldı. Yüz binlerce Kürt kendi yurdunda sürgünü yaşadı.
Dağlar hallaç pamuğu gibi atıldı.
Kan gölü büyüdükçe büyüdü. Cami avluları, taziye çadırları doldu taştı.
Vurdukça PKK güçlendi
Sonuç?..
Devlet ‘caydırıcı’ olabildi mi?
PKK’yı bitirebildi mi?
Tek kelimeyle hayır.
Tam tersine... Devlet 1990’larda vurdukça, PKK da Kürtlerin içinde her geçen yıl güçlendi, gitgide kök saldı.
Böylece, Kürt sorunuyla PKK sorunu iç içe geçti. 1990’ların ilk yarısında ben dâhil şunu savunanlar vardı:
PKK ile mücadele edilsin ama aynı zamanda insan haklarının gereği yapılsın; böylece PKK tecrit edilir, hedef küçülür.
Devlet tam tersini yaptı.
Ama PKK bitmedi, tersine Kürt sorunuyla iç içe geçti.
Böylece devlet de, asker de, 2000’li yıllarda artık PKK’yı askeri yoldan bitiremeyeceğini anladı.
Hiç kuşkusuz PKK da silah ve şiddetle daha fazla gidemeyeceğini, yolun sonuna geldiğini gördü.
2000’lerin Erdoğan ve Ak Parti’siyle birlikte devlet de makas değiştirmeye başladı.
Kürt sorunu açısından -AB’ye uyumun da ürünü olan- demokratikleşme adımları... İmralı’yla diyalog... Demokratik açılım... Dağda ateşkes, eylemsizlik...
Bu bir ‘barış süreci’ydi, 2000’lerin ikinci yarısında. Ama tabii barışa ilişkin bu olumlu gelişmelerden hiç kuşkusuz rahatsız olanlar vardı.
Devlette de, askerin içinde de, siyaset kurumunda da, PKK’nın içinde de, silah ve şiddeti dağda bir hayat tarzı haline getirmiş olanlarda da rahatsızlık vardı.
Kimine göre, ‘fazla demokrasi’yle Türkiye bölünürdü. Kimine göre, PKK’ya karşı sopa elden bırakılamazdı. Kimine göre, Tayyip Erdoğan samimi değildi. Kimine göre, TC devleti sadece ‘kuvvet’ten anlardı.
Erdoğan önce direndi.
‘Demokratik açılım’ı derinleştirmeye çalıştı. Ama özellikle 2009 yılı Ekim ayında Habur’la hayal kırıklığına uğradığına dair sinyaller vermeye başladı, Tayyip Erdoğan...
Bu arada iki taraf arasında güven bunalımı gitgide büyüdü. İki tarafın da yanlışları oldu bu süreçte...
Sonuçta, bir şeyler koptu.
Ve Erdoğan 12 Haziran seçim dönemine adım atarken Kürt sorununda yeni bir ‘makas değişikliği’ yapıyor ve 1990’larda devletin yapmadığını bu kez yapacağını belli ediyordu.
Bir başka deyişle:
PKK’ya karşı elde sopa gidilecek, ama Kürt sorununda demokrasinin gereği yapılacaktı.
Soru:
1990’larda PKK’yı askeri yoldan bitiremeyen devlet, 2000’lerde nasıl bitirecek?
Soru:
1990’larda uygulansa sonuç verebilecek bir devlet politikasının, şehirlerde ve Kürtlerin içinde kök salmış bir PKK gerçeği karşısında ne kadar başarı şansı olabilir?
Barış fırsatı heba olur
Ve bir kaygı:
Başbakan Erdoğan’ın, “Kürt sorunu yok, PKK sorunu var; bundan sonraki süreç çok farklı olacak” sözü beni 1990’lara götürdüğü için ve o zamanki gibi kanlı bir şiddet sarmalı ihtimalini gözümün önüne getirdiği için tedirgin ediyor.
Sayın Başbakan;
‘Oyun planı’nızı bilmiyorum. Ama önemsediğim bir husus var.
Yüzde 50 oyla büyük bir seçim zaferi kazandınız. Bu gerçekten çarpıcı bir güç kaynağıdır.
Tarihin eli omzunuzda!
Ya bu eli hissedersiniz.
Ya da tarihi bir barış fırsatı heba olur gider.
İkisi de elinizde.
PKK’nın Silvan baskını ve 13 şehidin yüreğinizi nasıl dağladığını anlıyorum ve bu acıyı paylaşıyorum.
Ancak, liderlik ve devlet adamlığı böylesi acıların üzerinden geleceği görmektir.
Tarih ancak böyle yazılır.
Keşke bugünlerde vakit ayırsanız da, Tony Blair’in geçen yıl çıkan anılarındaki Kuzey İrlanda bölümünü okuyabilseniz.
İyi pazarlar!
_____________________________
* Hasan Cemal, Kürtler, 2003, Doğan Kitap, sayfa 59.
** Kürtler, sayfa 67.
*** Kürtler, sayfa 165-167.
|