Sırtındaki bebeyle eteğine tutunan dört yaşındaki çocuğu öksüz bırakmışlar. İkisi de torunuymuş. Büyük oğlunu kaçmaya çalıştı diye vurmuşlar. Bir oğlunu alıp götürmüşler, hâlâ kayıpmış. Kocasını 12 Mart’ta içeri almışlar, öyle işkence yapmışlar ki, çıktıktan sonra böbrek yetmezliğinden ölmüş. Buraya üçüncü oğlunu görmeye gelmiş, yani çocukların babasını…
- Torunlarını niye bu koşullarda yanında getirmiş, anneleri yok muymuş?
- En acıklısı da bu. Burada tutuklu olan oğlunu ararken, gelinini de içeri almışlar. Biliyorsun bunu her yerde yapıyorlar. Gelin alındığında iki buçuk aylık hâmileymiş. Gerisini anla artık… Her rezilliği yapmışlar! Hayvanlar gibi parçalamışlar genç kadını. Sırayla!..”
Bu satırlar abartma değil dost okurlarım, Türkiye’nin bir dönem yaşadığı gerçeğin ta kendisi. Aradan yirmi küsur yıl geçtiği için unutuldu, küllendi pek çok şey. Ama unutulmaması, küllenmemesi gerekiyordu yaşananların; en azından gelecekte böyle bir süreci yaşamamak için.
İşte Güler Buğday bunu yapmış. Annemin de Başını Ezerler mi? Adlı anı-romanında, “12 Eylül faşizmi”nin tanık olduğu bütün pisliklerini müthiş bir sadakatle okurlarına aktarmış.
Biliyorum, Güler Hanım’ı sevenlerin sayısı sevmeyenlerden azdır. Ama o, bildiğini ve inandığını ikircime gerek kalmaksızın insanın yüzüne tokat gibi aşk ettiği için çok sayıda sevmeyen sahibi olmuştur. Ancak bu, -bana kalırsa- anı romandaki Gülgün’ün, gerçek yaşamdaki Güler’in başındaki onur çelengidir.
Ha, bir şey daha: Anı-romandaki Mert, yani gerçek yaşamdaki Mehmet Buğday da, o müthiş tahammülü, zorluklar karşısındaki sabırlı ve direngen tutumu ile, en azından kitabın yazarı kadar övgüye değer bir kişidir.
Bu kitabı anlatmak için ayrıntıya girmeye gerek yok. Güler Buğday, kitabına koyamadığı, sonradan bilgisayarında yazarak elden verdiği “Önsöz”ünde, bu kitabı niçin yazmak zorunluluğunu duyduğunu şöyle anlatıyor:
“O karanlık günlerde yitip gidenler, birer yurtseverdiler. Onlar bağımsızlık mücadelesinin, barışın ve kardeşliğin, sömürüsüz bir düzenin inançlı savunucularıydılar.
Onlar ülkeleri ve halkları için mücadele ederken, yaşamlarını hiçe saydılar.
Onlar idealleri uğruna öldüler, öldürüldüler…
Onlar yaşamları boyu çıkarı, rantı, köşe dönmeyi reddedip; paylaşmayı, dayanışmayı, üretmeyi ve emeğin hakça, âdilce paylaşımını savundular…
Onlar, insan olanı sevmeyi bildiler.
Onlar, en az kendi çocukları kadar tüm çocukları sevdiler; onlara güzel günler yaratmak için, işkenceyi, aç kalmayı, sürgünleri, hatta yaşamamayı göze alıp savaştılar.
Ben bu yurtsever insanları tanıdım ve sevdim… Ben bu insanların mücadelesine hep saygı duydum… Günümüzde olanları yaşadıkça, yozlaşmanın, kirlenmenin boyutlarını gördükçe, o güzel insanlara bir vefa borcum olduğunu düşündüm.
Bu kitabı, çocukluğunu yaşamadan sömürüyü öğrenen tüm küçük işçilere, açlığa yoksulluğa ve şiddete mâruz kalan, okuma hakkı elinden alınan, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde ana babasını kaybeden ve kader mahkûmu olarak hapishanelerde büyümek zorunda kalan tüm çocuklarımıza ithaf ediyorum…”
Fazla söze gerek yok. Eğer bir daha o karanlık günleri yaşamak, faşizmin pençesine düşmek istemiyorsanız, en azından “ders alabilmek” için Güler Buğday’ın anı-romanını alın ve okuyun, hatta başucu kitabı yapın dost okurlarım…
|