Adalet Bakanlığı ile Türkiye Gazeteciler Sendikası, nihayet cezaevlerindeki gazeteci sayısı konusunda mutabakata vardılar. Gazetecilere yönelik suçlamaların niteliği konusunda ise görüş ayrılıkları devam ediyor.
Bayramı 64 gazeteci cezaevinde geçirdi. Adalet Bakanlığı, cezaevlerindeki gazetecilerin sadece 4’ünün “basın yoluyla işlenen suçlar arasında sayılabilecek olan ‘terör örgütünün propagandasını yapmak’ suçundan dolayı” tutuklu ya da hükümlü olduğunu, diğerlerinin ise “silahlı terör örgütü üyeliği” gibi “gazetecilik faaliyetiyle ilgisi olmayan suçlardan dolayı” tutulduklarını savunuyor. Türkiye Gazeteciler Sendikası ise bayram öncesinde yaptığı açıklamayla, Adalet Bakanlığı’nın savunduğu tezin çelişkilerine dikkati çekti:
“Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun (GÖP) benimsediği uluslararası ölçütlere uygun olarak, basın mensuplarıyla ilgili soruşturma, yargılama, tutuklama ve mahkûmiyet vakalarını; 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 19, 24 ve 25’inci maddeleri; 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 6 ve 7’nci maddeleri; 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun hükümleri; 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125, 132, 133, 134, 135, 136, 214, 215, 216, 217, 220, 277, 285, 288, 301, 318 ve diğer basın ve ifade özgürlüğüne ilişkin maddeleri uyarınca izleme konusu yapmaktadır.
Esasında Adalet Bakanlığı, bu yılın haziran ayında Cumhuriyet savcılıkları aracılığıyla ilk derece mahkemelerden gazeteciler hakkındaki soruşturma, yargılama, tutuklama ve mahkûmiyet vakalarıyla ilgili istatistikî bilgi isterken, fikir suçlarını kapsayan söz konusu 22 maddenin sıralandığı bir tablo hazırladı.
Adalet Bakanlığı, bu maddeleri sıralarken, gazetecilerin, mesleki faaliyetlerinden dolayı hangi ceza hükümlerinden dolayı yargılanabileceğini çok iyi bilmekte ve istatistikî bilgileri de bu tabloda yazılı 22 maddeye uygun olarak talep etmektedir.
(…)
Adalet Bakanlığı, “terör örgütü üyeliği”, “terör örgütü propagandası”, “terör örgütüne yardım ve yataklık”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme”, “suç işlemeye tahrik”, “halkı kanunlara uymamaya tahrik”, “suç örgütü kurma, yönetme, üye olma, yardım etme”, “devletin kurum ve organlarını aşağılama”, “halkı askerlikten soğutma” gibi “fikir suçu” kapsamındaki ceza hükümlerinden dolayı haklarında dava ve soruşturma açılan gazetecilerin durumlarını sorgulamaktadır.”
***
Adalet Bakanlığı, “adam öldürme”, “yaralama”, “nitelikli yağma”, “hırsızlık”, “dolandırıcılık”, “çocukların cinsel istismarı” gibi adli suçlardan dolayı yargılanan gazetecilerin durumuyla ilgilenmiyor. Çünkü tam da siyasi iktidar temsilcilerinin kullandığı ifadelerle “hiç kimse suç işleme ayrıcalığına sahip değildir, herkes işlediği suçun hesabını vermek zorundadır!”
Fakat bir gazetecinin haber kaynaklarıyla yaptığı telefon görüşmeleri, röportajlar, bu kaynaklardan elde ettiği bilgi ve belgeler, yazdıkları haberler, yorum ve eleştiriler, defterlere kaydettikleri notlar, kitap ya da haber taslakları, yayımlanmış ya da yayımlanmamış eserleri, katıldıkları televizyon programlarının içerikleri, yukarıdaki 22 madde kapsamında tanımlanan suçların işlendiğine dair birer kanıt haline getiriliyorsa; Adalet Bakanlığı’nın açıklamasında belirtildiği gibi “Türkiye’de basın özgürlüğünün kısıtlandığından” endişe duymamak mümkün değil!
Tıpkı Adalet Bakanlığı’nın açıklamasında vurgulandığı gibi “bağımsız yargı organlarınca açılan soruşturma ve davalar ile yapılan tutuklamalar ve verilen mahkûmiyet kararlarının, Hükümetin ‘basına baskı yaptığı’ şeklinde” değerlendirilmemesi imkânsız!
***
Her şeyden önce, Adalet Bakanlığı ve siyasi iktidar temsilcileri şunu sorgulamalıdır: “Aynı mesleği icra eden bu kadar çok sayıda yurttaşımız, neden hep aynı suçu işlemeye eğilim göstermektedirler?”
Örneğin, cezaevlerinde “çocukların cinsel istismarından” dolayı yargılanan 64 gazeteci olsaydı, bu ülkeyi idare edenler böylesine bir toplumsal travmanın nedenlerini araştırma ihtiyacı duymayacaklar mıydı?
Neden sadece gazetecilerin arasından 64 tane “dolandırıcı” çıkıyor? Bu 64 gazetecinin hepsi neden “hırsızlık” yapmış? 64 gazetecinin “yaralama” ya da “cinayet” olaylarına karışmasının nedenleri nedir?
Bunlar sorgulanmayacak mıydı?
O halde, şunu sorun kendinize: “Neden bu kadar çok sayıda gazeteci terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor!?”
Kanunlarınız çok iyi yazılmış, suç tanımlamalarınız doğru, kişilerin uzun süreli tutukluluk dönemlerinde yargılanması adil, fakat bütün kabahat “meslek ilkelerine” uygun olarak “halkın gerçekleri öğrenme hakkına saygı” çerçevesinde hareket etmek için çabalayan gazetecilerde, öyle mi?
***
Adalet Bakanlığı’nın listesinde, Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde 1 yıldan fazla süredir tutuklu olarak bulunan Bilim ve Gelecek dergisi editörü Baha Okar’ın adının karşısında şu suçlama yazılı:
“Silahlı terör örgütüne üye olmak (Devrimci Karargâh Örgütü)”
Baha’nın eşi Suzan Okar ise şöyle haykırıyor:
“…Baha’yı tahliye etmedi mahkeme. Bütün hayatımız bir komplo nedeniyle tahrip oldu. Bir insan, tam bir yıldır haksız yere cezaevinde yatıyor. Baha içeride ve biz yakınları dışarıda eza çekiyoruz. Yani komploya sadece o uğramadı, hepimizi yalan bir hikâyenin içerisine sürüklemeye çalışıyorlar. Çok üzgünüz, çok üzgünüm bırakılmadığı için... Beş gün Balıklı Rum Hastanesi’nde yattım ve beni neredeyse bir robota dönüştüren ilaçlarla hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Gözümün yaşını bile engelliyor kullandığım ilaçlar… Bütün samimiyetimle söylüyorum ki Baha suçsuzdur. Lütfen ona sahip çıkın…”
***
Cezaevlerindeki meslektaşlarınızla ilgili bir şeyler yazarken, “yargısız infazın” bir parçası haline gelmeyin lütfen…
Unutmayın ki geçmişte sizler de benzeri “dayanaksız suçlamalarla” yargılandınız…
Sizleri yargılayan önceki siyasi iktidarlar, şimdi sadece sizler tarafından değil, o dönemlerde o iktidarlara “övgüler” düzen meslektaşlarınız tarafından da eleştiriliyor!
“Keşke geçmişte güçlünün gölgesinde gazetecilik yapmayı yeğleyenler olmasaydı” tekerlemesini gelecekte de yinelememek için bari sizler şimdiden bu siyasi iktidarın yanlışlarını yüksek sesle söyleyebilme cesaretini gösterin!
İntikam alma duygularıyla körelmiş iktidar düşkünlerinin yol açtığı bu toplumsal travmadan çıkabilmek için son bir fırsatımız varsa eğer, bunu, insanoğlunun yarattığı evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde, aklın ve bilimin ışığında iyi değerlendirmesini bilelim.
Güçlü bir dayanışma; toplumsal mutabakatın ve barışın da önünü açacaktır.
|