Barış Terkoğlu, güzel ve çok çalışkan kardeşim, bu yazım sana ithaf olsun, saygıyla..
Bir, Ulusal kanal, Avrasya TV, Türkan Saylan’ın evi, İlhan Selçuk’un aranması vs.
ve ODA TV’nin basılması… Hepsini tek tek ve günlerce izlediniz, hepsinde ‘insanların
birbirleriyle yaptığı günlük sıradan konuşmaların’ afişe edildiğini gördünüz..
Yetmedi, bir insanın en yakınıyla yaptığı konuşmaları dahi ‘suç’ gibi gösterdiniz, işte
bugünün gazeteleri, göstermeye devam ediyorsunuz.
Kısaca, bir insanın yakınıyla konuşması suç.. Bir insanın bir gazeteciyle, bir gazetecinin
bir başka insanla, bir gazetecinin arkadaşıyla, bir gazetecinin parti yöneticisiyle, bir
gazetecinin bir dernek mensubuyla yaptığı konuşmaların hepsi ‘suç’ gibi ‘suç delilleri’ gibi
manşetlerde yer aldı..
Diyelim, bir yazar olarak benim çalıştığım TV’nin editörüyle, ya da yazdığım derginin
yöneticisiyle ya da karımla arkadaşımla ya da herhangi bir insanla yaptığım telefon
konuşmalarının hepsini ‘suç’ olarak gösteriyorsunuz.
Bu ne demektir? YAŞAM BİTTİ, demektir.
Bugünlerde zavallı mercimek zekasıyla ‘nefret suçu’ndan bahsedenlere buradan
sesleniyorum, nefret suçu bir insanlık suçudur.. Şimdi hepiniz bugün herkesin gözleri
önünde ‘nefret suçu’ ‘insanlı suçu’ işliyorsunuz.
Bir insanın bir başkasıyla yaptığı sıradan telefon konuşmaları hangi anlayış hangi yasa
gereği ‘suç’ sayılıyor..
Kendinize gelin, siyasi bir iktidarı desteklemek uğruna tarihte eşi benzeri görülmemiş
bir ‘nefret suçu’na ‘insanlık suçu’na ortak oluyorsunuz, yüzlerceniz oldu bile..
Geçen programda ekranda söyledim, Kartaca komutanına bir askerin karısı gelir ve
aylardır açız der, komutan sinirlenir ve kılıcıyla kadının midesini deşer, ‘bomboş’ olduğunu
görünce, ‘evet haklıymış açmış’ der, bu insanların da ‘haklı olduğunu’ anlamanız için her
birinin onar onbeşer yıl içerde yatması mı gerekiyor..
İki, artık bir lafa giriş cümlesi olarak, kimse mahkeme kararı olmadan ‘suçlu’ gösterilemez
diye konuşuyorsunuz, ama, ikinci cümlede hepiniz ‘Ergenekon iftiraları’nı gerçekmiş gibi
karara bağlayıp infaz ediyorsunuz..
Ergenekon sürecinde henüz ‘suçu’ sabit, suçuna karar verilmiş bir tutuklu yok..
Şu anda güya yazarız, ‘esir kamplarında’ esirlerin bile daha fazla hakları vardı..
Siz, biz, o, hepimizin insanlık görevi, altta kalanların yanında olmak, hakkı yenenlerin
yanında olmak, iftiralara karşı çıkmak, yargısız infazların karşısında durmak değil mi?
Gazetecilik ve yazarlık önce bu işe yarar..
Bizleri, mesela beni, peşin peşin ‘ergenekoncu’ ‘darbeci’ sıfatlarıyla mahkûm etmeye
çalışıyorsunuz, kırk bin defa dedik ve artık savunma yaptığımız için dahi bugün kendimi
suçluyorum, ortada adı sanı kim olursa olsun ‘bir delil’ ‘bir kanıtlanmış suç’ gösterin, bakalım
o zaman tavrımız ne olacak, önce ben kendimi ikna etmeliyim..
Otuz beş yılın üstü düzenli günlük gazete okuyorum, 24-25 yaşına kadar sağ siyasetin ve
son otuz yıldır sol siyasetin öne çıkmış dernek grup yapı kişi’lerini yakından tanırım, ayrıca
uzun yıllar arkadaşlığını yaptığım için İslamcı denilen çevrelerdeki editörleri, yazarları, otuz
yıl öncesinden beri günbegün tanırım, yani bir ‘birikimim’ var, bir ‘insan tecrübesi’..
Yüzlerce hatırat okuduk, şimdi içerde ve dışarıda yüzlerce insanla yüz yüze
görüşmüşlüğümüz var, fikirleri ilişkileri siyasetlerini birebir tanıma şansına sahip oldum..
Yani, ‘benim ikna’ olmam için otuz kırk yılına şahit olduğum insanlar hakkında
fikirlerimi değiştirecek ‘delil’ beklerim..
Bu toprağın TV programları en çok izlenen ve kitapları en çok okunan bir yazarı olarak,
bu süreçte gördüğüm tam anlamıyla yargısız infaz ve ortadan kaldırma, yok etmedir..
Bir yazar olarak son otuz yılına profesyonel bir sorumlulukla şahit olduğum büyük siyasi
hadiselerde 12 eylül’den 28 Şubat’a ve bugünlere hep ‘altta kalanların’ ‘dayak yiyenlerin’
yanında yazılar yazdım, hiç yanılmadım..
Okuma yazmaya başladığım ilk günlerde Kıvılcımlı ve Aybar’ın ‘yerli’ fikirleri beni çok
etkiledi, çok sonra mesela Cemil Meriç gibi Nureddin Topçu gibi Attila İlhan gibi ‘yerli’
fikri savunan ne çok yazarı baş tacı ettim..Ve Anadolu toprağının 11, 12, 13. asırlardaki
büyük şairleri ve tasavvuf hayatı ve ahilik gibi büyük sosyal yapıları, beni çok etkiledi ve hem
kardeş hem bölüşümcü bir siyaseti becerebildiğim kadar yirmi beşe yaklaşan kitaplarımın
ruhuna sızdırmaya çalıştım.
Bir başka ayrıntı, mesela ulusalcı gibi milliyetçi gibi ‘kavramları’ hayatımın hiçbir
döneminde benimsemediğim gibi batıdan alınmış kavramlar olduğu için kıyasıya eleştirdiğim
çok yazım oldu ve ‘vatanseverlik’ gibi daha geniş bir ‘kavram’ kullanmayı tercih ettim
ve şüphesiz hem ulusalcı hem de milliyetçiyim diyenlerin sadece ‘bağımsızlık’ ve anti-
emperyalist fikirlerine ortak oldum ve Türkiye halkı sağcı solcu muhafazakar bu yazarı tarihte
görülmemiş bir sevgiyle baş tacı etti..
Sadece ‘yerli’ yazarlarını değil derelerini dağlarını ormanlarını otunu böceğini aklınıza
gelen her şeyi ‘tutuklamayı’ sürdürüyorlar..
Başımızda alikıran baş kesen bir ‘iktidar’ var, gözlerimizin önünde Anadolu’nun samanını
yele, tanesini ele, kalanını sele verdiler ve artık bu insanların insan değil ‘bir makine’ gibi
yargısız baltalarla çalıştığını görüyorum.
1930’lı yılların sonunda çok anlatılan bir hikayedir, ünlü bir Fransız yazarı André
Malraux’dan okuduğumu sanıyorum, çok kez çok yazar yazmıştır bunu, bir gün Naziler
bir köyde direnişçileri çevirir ve ormanı ateşe verdikten sonra direnişçileri yakalayan Nazi
komutanı bir direnişçiyi karşısına alarak onunla biraz eğlenmek ister, Nazi komutanın bir
gözü ‘takma çıkarma’dır.. Direnişçiye, ‘söyle bakalım, benim gözlerimden biri takmadır,
takma olan hangi gözüm bilirsen seni affedeceğim..’ der..
Direnişçi ‘takma olan’ gözünü işaret ederek, ‘o gözün senin hakiki gözün’ der..
Nazi komutanı şaşırır ve ‘neden takma gözümü’ işaret ettin, der, direnişçi: ‘o daha insani
bakıyordu…’
Bugün haksızca tutuklanan insanlara karşı nefret ve insanlık suçu işleyen ne çok yazar
tanıyoruz, Nagehan Alçı’dan Şamil Tayyar ve Eser Karakaşlara kadar yüzlerce yazara
bakıyorum, takma gözleri daha insani..
Üstelik bu ‘yargısız infazlarla’ hedefledikleri bizleri sindirmek ve yıldırmak, buradan
yazarlığım adına namus sözü veriyorum, küçük bir çocukken köye çıkmıştım, yaşlı
nineler tütün diziyordu, ben de heveslenip iğneyle tütün dizmeye başladım ama tütünler
parçalanıyordu, bir yaşlı teyze yanıma geldi ve ‘evladım öyle değil, iğneyi damarından
damarından geçireceksin..’ dedi..
O gün bugündür damarına damarına yazarım ve cemaatlerin şeyhlerin yandaşların
insanlık suçu işleyenlerin damarına damarına yazmak ölünceye kadar boynumun borcu
olsun, ben Trabzon’da doğdum ama biliyorum ölürsem cenazem 80 şehirden kalkacak, sizin
cenazeleriniz ise sanırım Edelman ve ABD elçilikleri ve Pensilvanya çelenkleri süsleyecek..
Şehirli cici kıyafetlerle yine yaz tatilinde köydeyim ve güya köylü akrabalarıma yardım
etme hevesindeyim, tarla taşlarla dolu ve taşları bir bir tarladan ayıklamaya taşımaya
başladım, bir nine geldi yanıma, ‘tamam oğlum yeter, bütün taşları kaldırma, hepsini
alma..’, ‘neden nine?’, ninem: ‘tilki gelir kurt gelir çakal gelir taşlayacak kadar birkaç taşımız
kalsın..’dedi...
Bu tarlada unu buğdayı pancarı pamuğu otu sığırı yazarı gazeteyi her şeyi yargısız
infazlarla yaka paça hukuksuz yok etmeye başladınız, ama, birkaç taş kaldı, başınıza düşecek,
bu toprağın tarlasına dağına özüne çiçeğine her yaklaştığınızda başınıza bir taş indiğinde iyi
bakın o taşa, büyük granit bir bağımsızlık kayasından yuvarlanmış adı Nihat Genç..
Böyle sert bitmesin yazımız, finali neşeli olsun, hoca, eşeğini uçurumun yanından geçire
geçire talim ettiriyormuş uçurumu iyice bellesin diye, sonunda eşeği uçuruma düşer ve
aşağıda eşeğin leşi bin parça..
Hoca, uçmayı belledi ancak konmayı bilemedi.. der.
Maşallah uçmayı iyi becerdiniz, bakalım konabilecek misiniz?
|