Hiç uzatmadan hemen konuya girelim. ‘Şeytan detayda gizlidir’ derler. Biz şeytana uymayalım. Aslında bu tabir, ‘detayları atlamayalım, bazı olayların en önemli unsuru bazen detayda gizlidir’ anlamında kullanılır. Ancak, son YSK kararlarına ilişkin olarak, biz tam tersini yapmalıyız, çünkü artık hiçbir detayın anlamı ve önemi kalmadı, her şey gün gibi ortada. Bu durumda ‘detay’ apaçık olanın üstünü örtmek, ‘göz boyamak’ için devreye giriyor.
Meseleyi, ‘yasa-hukuk ayrımı’ yaparak izah etmek de zor. ‘Bir şey yasal olabilir ama hukuki olmayabilir’ iddiası, sıklıkla Türkiye’de ‘mevcut yasal çerçeve’nin ‘evrensel hukuk normlarına’ uymadığı hususuna işaret etmeyi hedefliyor. AB hukuki çerçevesine uyum yasalarını kabul etmiş, ayrıca birçok uluslararası anlaşmaya imza atmış bir ülkede, ulusal hukuki çerçevenin ötesinde, ‘evrensel hukuk’ normlarına uygunluktan pekala bahsedilebilir. Ancak, bu da Türkiye’de yaşananları izah etmeye ve çözmeye yetmez.
Türkiye’de temel sorun, ‘meşruiyet krizi’dir. Mevcut siyasal sistem ve onu tanımlayan hukuki veya yasal çerçeve, bazı toplumsal talepler açısından bir cendereye dönüşmüş ve aşınmış durumdadır. ‘Yeni bir Anayasa ihtiyacı’nın temel nedeni budur. Muhafazakâr kesimin din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin talepleri ve Kürt siyasi hareketinin yükselttiği talepler mevcut sistem ve yasal çerçevenin dışına taşmış vaziyettedir. Evrensel hukuk normlarına müracaat dahi, sorunun tamamını çözmek açısından yeterli imkâna sahip değildir. Yeni Anayasa’nın düzenlemesi beklenen, yeni toplumsal özgürlük taleplerinin yer bulabildiği bir çerçevenin kurulmasıdır.
Bu durumda, milletvekilliği düşmüş sayılan Ergenekon davasından tutuklu milletvekilleri için söylenebilecek yegâne şey, bu ülkede tutukluluk tedbirinin infaza dönüştürülmüş olmasına ilişkin açık ve büyük haksızlık meselesidir. Diğer taraftan, Hatip Dicle ve KCK davasından tutuklu diğerler milletvekillerine ilişkin mesele, bundan ibaret değil, öncelikle kendilerine yöneltilen suçlamalara ilişkin daha çetrefil bir meseledir.
Bariz tutarsızlık var
Bir ülkede, ‘terör’ örgütü lideri olarak hüküm giymiş biri, ‘siyasi çözüm’ adına ‘muhatap’ alınırken, kendisi ile görüşmeler yapılır ve çözüm için ‘kilit rolü’ tanınırken, bu örgütü ‘övmek’ şeklinde bir suç isnadı yasal, hukuki, ne derseniz deyin her açıdan havada kalan, bariz bir tutarsızlıktır. Türkiye’de mevcut halin ‘fevkalade bir hal’ olduğu bir gerçektir. Bir ülkede, siyasal sisteme ilişkin ciddi bir meşruiyet krizi doğmuş, fevkalade bir hal söz konusu olmuş ise, bu krizi aşmak için son derece özenli ve zor bir siyasal sürecin göze alınması gerekir.
Hatip Dicle’ye ilişkin kriz, milletvekilliği koşullarına haiz olup olmamaya ilişkin sıradan bir konu değildir. Kürt siyasal hareketinin demokratik zemine taşınmasına ilişkin, mevcut yasaları ‘zorlayan’ fevkalade süreçlerin işletilebilmesine dair bir meseledir. Bazı zorlamaları göze almayı gerektiren fevkalade süreçlerde, öncelikle meselenin açık konuşulması, sonra bu süreçlerin işletilmesine ilişkin herkesin sorumluluk alması gerekir.
Ya ipe un sereceğiz...
Bu noktada, tüm sorumluluğu ‘Kürt siyasal hareketine’ ve/veya BDP’ye yüklemek, başa dönmekten başka anlam taşımaz. Ya hep birlikte zorlanacağız, bu zor işin içinden toplumsal barış daha fazla yarar almadan çıkacağız ya da kâğıt üzerinde ‘haklı’ olmaya sığınıp, ipi una sereceğiz, kriz büyüyecek. Seçim açık ve ortadadır.
Hal böyle iken, ‘demokrat aydın’ kimliği ile öne çıkanların bile, “BDP’liler içinden çıktıkları toplumun duygularına ve heyecanlarına kapılmadan devlet nizamını tehdit etmekten vazgeçip Meclis’e girsinler” diye tavsiyelerle ortaya çıktığı bir ülkede mesele hiç anlaşılmamış demektir. Kürt siyasal hareketi, mevcut siyasal sistemin ‘meşruiyetini’ sorgulayan toplumsal itiraz tabanını temsil ediyor. Başka bir ifade ile, Kürtlerin bir kısmı, mevcut siyasal sistemin kendi taleplerini karşılamadığını düşünüyor, bu nedenle siyasal mücadeleleri yasal çerçevenin dışına taşmış vaziyette. Yasal çerçevede ısrar ederseniz, birileri için ‘yasa dışılık’ tabileşir. Meşruiyet krizinin demokratik biçimde aşılmasının yolu, yasal çerçevenin, siyasal sistemi zorlayan toplumsal talepler doğrultusunda yeniden tanzim edilmesidir. Bu, ‘siyasal bir süreç’ olmak zorundadır. Bu tür siyasal süreçler, yasal çerçeveyi zaman zaman zorlayan siyasal müzakere ve esneklik gerektirir. Mesele budur, o nedenle YSK kararlarını detaylara boğarak tartışmanın anlamı yok. Laf ebeliğinde üste çıkmak adına detaylara sığınmanın anlamı yok. Asıl meseleyi konuşalım, detaylara takılmayalım, bu kez şeytana uymayalım.
|