Duble yollar harika ama her 15 kilometrede bir ortaya çıkan yol inşaatları yok mu? Resmen bezdiriyor.
Anadolu, yerel tatlara önem verir hale gelmiş. Artık her benzinlikte yöresel gıdaların satıldığı bir dükkân var.
Çay o kadar baskın bir hale gelmiş ki, bazı kahvelerde Türk kahvesi yok.
Otel kültürü Anadolu’da henüz oluşmamış durumda.
Hangi şehre giderseniz gidin, o şehrin ağır muhafazakâr havasından bunalanlar, mutlaka 1950’leri, 1960’ları anımsatıyorlar.
Alışveriş merkezleri Anadolu şehirlerini de esir almış durumda. Ama kitapçıları ara ki bulasın.
Kıyılara ve güneydoğuya gittikçe şehirlerde seküler hayatın izleri ortaya çıkıyor, ortaya doğru geldikçe muhafazakâr hayat tarzı ağır basıyor.
Bizim zamanımızda pek yoktu ama artık Anadolu şehirlerinde okulların mezuniyet baloları almış yürümüş durumda. Hayatlarında ilk kez topuklu ayakkabı giyen kızlar, janti oğlanlar falan... Yani insana hayatı sevdiren görüntüler...
Anadolu çok acayip bir yer: Güneydoğu’da derin bir bilgelik, denize kıyısı olmayan Ege kentlerinde bıkkın bir tevekkül, kıyı kentlerinde tepkisel bir modernlik, Orta Anadolu’da halinden memnun bir tutuculuk, Karadeniz’de aceleci bir neşe var.
Anadolu’da büyük trend: Az biraz ünlüyü görünce cep telefonundan fotoğraf çektirme azmi ve kararlılığı...
Yerel basın da tıpkı ulusal basın gibi: Yandaşı var, muhalifi var, tehdit edileni var, tehdit savuranı var, merkezde durmaya çalışanı var...
“Bütün valiler yandaş olmuş” denemez ama “Bazı valiler yandaş olmuş” denilebilir. Çünkü yandaş olmaya tenezzül etmeyen valiler de var.
Dışarıdan ne kadar bunaltıcı görünürse görünsün, her şehrin nefes aldığı bir alanı var.
Seçim sonrası için taraflara tavsiyeler
Üste çıktım diye sevinme, altta kaldım diye yerinme.
Aldığın oy sayısını, haklılığının yegâne kanıtı olarak görme ve gösterme. Çünkü bazen hak başka yerde, çoğunluk başka yerde olabilir.
Yenilince seçmene pislik atma, tercihlere saygı göster.
Oylarımızı çaldılar falan diyerek mızıkçılık yapma. Komplo üretip suçu başkalarında arama... Sorumluluğu üstlen.
Az oy alsan da hak bellediğin yolda yürümeye devam et. Unutma: Hak bellenen yolda genellikle yalnız da yürünür.
Kazanınca centilmen olmak kolay... Mesele, kaybedince de centilmen olmakta...
İktidarı eleştiren yazarlara, iktidar partisi kazanınca “Morardınız mı?” diye çemkirme. Sayısal çoğunluk, haklılığın ölçüsü değildir. Peygamberler tarihini gözünün önüne getir.
İyisiyle kötüsüyle İstanbul
ARABESK
Bizim İzzet Çapa’nın eskimeyen bir Lübnan sevdası vardır. O sevdanın izlerini, açtığı bazı mekânlarda görmek mümkündü. Ama şimdi başından sonuna o sevdaya teslim olmuş bir mekân açtı İzzet. Adını Arabesk koydu. Akaretler’de Alcemal’in yerinde açılan Arabesk’te, çağdaş Lübnan eğlencelerinin izini bulmak mümkün. Bu iş için Lübnan’dan Arapça şarkılar söyleyen bir sanatçının da getirildiğini bildireyim.
ATİYE SOKAK
Tamam, “Bir şehirde masalar ne kadar dışarılara taşıyorsa, o şehirde hayat o kadar çekilir olur” dedik ve trafiğe kapanan Nişantaşı’ndaki Atiye Sokak’ta masaların dışarıya taşmasını heyecanla karşıladık. Ama aradan geçen sürenin ardından bir de ne görelim? Rakip kafe ve restoranlar, masalarını sokağa öyle bir yaydılar ki, sokaktan geçmek mümkün değil. Bunun üstüne sokaktaki masalara oturup gelip geçeni kesmekten başka bir iş yapmayan gergin tiplerin yaydığı olumsuz elektriği ekleyelim. Hafazanallah! Hafazanallah!
ŞEREF BÜRYAN
Size eğer birisi Siirt’in milli yemeği büryan kebap için, “Büryan ancak Siirt’te yenir, İstanbul’dakiler çakma büryandır” falan derse sakın inanmayın. Fatih’te Siirtliler Pazarı’nda ‘Şeref Büryan Salonu’na gidin... Siirt’te bile bundan iyisini bulamazsınız.
‘JÖLELİ’ LAF İSTEMİŞ
‘Jöleli’, isim vermeden yazmış:
Ona göre bizler ‘İdealleri olmayan yalaka’ tiplermişiz. Yeşil dolarlara tapıyormuşuz. Ruhumuz yokmuş bizim. Her şey menfaatlerimize göre şekilleniyormuş. Kamuoyunun bizim gibi adamları iyi tanıması gerekiyormuş.
Kısacası...
‘Jöleli’ laf istemiş, arz edelim o zaman:
Daha düne kadar “Vatan elden gidiyor” diye ulusalcı kalkışmaya omuz veren, Sinan Aygün’le birlikte çıktığı televizyon programlarında ulusalcı şovlar yapan, “Bu hükümet her şeyi sattı” diye hepimizin tepesinde boza pişiren, MHP’ye genel başkan olmak için kulis atan...
Ancak Ergenekon dalgaları ortaya çıkar çıkmaz...
Paniğe kapılan, teknelerde saklanan, denizyoluyla Yunan adalarına iltica planları yapan, tornistan edip işi yalakalığa vuran, yalakalık yaparken yalakalık yaptığı kişileri bile utandıran, güzel Türkçemize ‘Jölelemek’ diye bir tabir kazandıran...
Bu adamın bir ruhu varsa...
Benim ruhum olmasın varsın.
Köşeler alacak verecek davaları için kullanılır mı?
Reha Muhtar’ın, Abdullah Oğuz’dan alacağı varmış.
Aralarında ihtilaf çıkmış.
Mahkemeye düşmüşler.
Ve Reha Muhtar, konuyu yarım sayfalık destansı bir yazıyla gündeme getirmiş.
Açık söyleyeyim:
Mesleğim adına utandım bu destanı okurken.
¡
Bir kere ortada hiç de adil olmayan bir durum söz konusu:
Mahkemelik olmuş taraflardan birinin köşesi var, diğerinin yok.
Ama köşesi olan, köşesi olmayana bindiriyor da bindiriyor.
Ayrıca...
Köşeler alacak verecek davaları için de hoyratça kullanılmaya başlanırsa ne olur bu meslek?
Tek tesellimiz, Reha’nın bu meslekte rol model olarak kabul görmemesidir.
Hoşuma giden bir fotoğraf
Türbanlılar bazı yerlere alınmıyormuş.
Ya da alınsalar bile hoyrat gözlere maruz kalıyorlarmış.
Bu ayrımcılıkmış...
Etiler / Bebek / Nişantaşı hattını fırsat buldukça gezen biri olarak iddia ediyorum:
Girdiğim her yerde türbanlılara rastlıyorum ve bu durumdan ayrı bir kıvanç duyuyorum.
Çünkü bu durumun bir tür normalleşmeye katkı sunduğunu görüyorum.
Mekân sahipleri de geçmişte yapılan hoyratlıklara artık yüz vermiyorlar.
Hatta türbanlı kadınların mekânlarına gelmelerinden memnuniyet duyuyorlar.
¡
Fakat sanırım ortada türban sorunu kalmayınca...
Konunun her daim bir gerilim unsuru olarak gündemde tutulmasından memnun olan siyasiler...
Bu türden tevatürlere yaslanıyorlar.
Pireyi deve yaparak... Bir istisnayı genelleyerek...
¡
Gelelim hoşuma giden bir fotoğrafa...
Bir gazetenin magazin ekinde rastladım:
Yönetmen Mustafa Altıoklar ile dindar camianın yakından tanıdığı kalemlerden Esra Elönü, Bebek’te bir kafede oturmuş muhabbet ediyorlar.
Esra anlatıyor, Mustafa Altıoklar dinliyor.
“Ne güzel... Ne güzel...” dedim durdum.
|