Sanırım 10-12 yıl oluyor; şimdi emin değilim ama sanırım kahvaltıdaydım, sırtım televizyona dönüktü ve haber programı vardı. Birden sunucu, bir “son dakika” haberine geçti ve aynen şu sözleri söyledi: “Genç futbolcu Emre Belözoğlu, bir trafik kazası geçirdi.” Bir an, “Hay Allah ne oldu acaba” diyecektim ki, haber devam etti ve öğrendik ki, Emre, arabasıyla bir yurttaşa çarpmış ve ölümüne neden olmuş. Yani Emre “kaza” geçirmemiş aslında; kazaya uğrayan kişi, Kadir Çetin, karşıdan karşıya geçmek isteyen bir yurttaş.
Bu, bir habercilik refleksi ve biçimidir. Haberci, Kadir Çetin isimli bir kişinin ölümünün kimsecikleri ilgilendirmediğini düşündüğü için Emre’yi öne çıkarmaktadır; işin doğrusu ölen kişi haberciyi de ilgilendirmemektedir. Bu, “Sevgili seyirciler, şimdi size iyi bir haberimiz var; soğuk hava dalgası yarından itibaren doğuya doğru kayacak” diyen bir habercilik anlayışının başka türlü bir tezahürüdür.
Bu kadarı masum belki; ya da işte ne kadar masumsa o kadar masum; biraz bilinçaltına kaçırmak gibi bir şey! Ama tümü böyle değil. Genel olarak habercilik, algı yaratan, algı biçimlendiren bir iş. Bir haberi nasıl verdiğinize, haberleri nasıl art arda ya da yan yana işlediğinize bağlı olarak okuyucuda/seyircide algı yaratırsınız.
Örneğin BDP’nin herhangi bir konuyla ilgili herhangi bir açıklamasının hemen yanına bir “şehit” haberi iliştirmek, bu ülkede vatani bir vazifedir. Böylece yurttaşa “Bakın bunlar şu konuda böyle demiş ama sen onu bırak buraya bak” demiş olursunuz.
Yüz binlerce kişilik görkemli bir miting mi yapılmış? Muhabir çeker çekmesine ama aslında o görkemi yansıtan fotoğrafların değil kıyıda köşedeki birkaç marjinal olayın yayınlanacağını bilir; çünkü yalakalığı meslek edinmiş gazete patronu, o görkemin iktidar sahiplerini rahatsız edeceğini bilir.
Bir madende ya da inşaatta on işçi ölüp gitmişse ya da, önce “bu ne rezalet” demek adettendir; ne kadar dalkavuk olursanız olun, ilk gün böyle vermezseniz hakikaten ayıp olur. Sonra, ertesi gün, sıra Çalışma Bakanı’nın şovuna gelir. Gelir, esip gürler; kendisi İspanya konsolosuymuş gibi bu olayın bir skandal olduğunu söyler, vs... Sonra? Sonrası unutma faslıdır. İşi uzatıp fazla derine inmenin alemi yok; neticede hepimiz aynı gemideyiz canım!
Yalanı parlatıp, gerçeği soldurmak... En sağlam teknik budur. Sivri olan akılda kalır! Adama “peruk kullanıyor” demişseniz örneğin, ertesi gün sırma saçlı olduğunu doktor raporuyla kanıtlasa ne olur ki? Kahve masasındaki algı için artık o “kel”dir, o kadar! Gitsin derdini Marko Paşa’ya anlatsın!
1 Mayıs 77 üzerine başlatılan kampanya konusunda tam da bu yüzden hiç kibarlık etmeye gerek yok. Bu, asla kişisel bir şey değil, tam tamına bir “algı yaratma” operasyonudur ve sübjektif olarak da masum değildir. “Üzerinde çalışılmış” bir hamledir. Tam da 2 Mayıs günü, DİSK başkanının dediği gibi Taksim’den yükselen sesin şiddeti artmaya başlamışken oldu her şey. Daha da açık söylemek gerekirse burada 1 Mayıs 1977’de ne olduğu ne olmadığı tartışması da aslında önemli değildir. Bu anlamda, “hayır öyle değil böyledir” diyenlerin (bu satırların yazarı dahil) tartışma alanına çekilmiş olması bile aslında yapılan psikolojik savaş hamlesinin bir başarısıdır. Şu şunu yapmış, öyle değil de böyleymiş derken bile artık boş laf edilmektedir, çünkü mesele eski Diyarbakır milletvekili Hasan Değer’in ünlü hikayesine benzemektedir. Kürsüde küfrettiği için “sözünü geri almaya” çağıran oturum başkanına Değer’in verdiği cevap şöyledir: “Alayım ama laf da gideceği yere gitti!”
Sonuçta, laf gideceği yere gitmiştir... Kahve masasındaki algı, ilk ortaya atılan “sivri” cümleyle biçimlenir, sonradan yapılan “düzeltme”lerle değil. Gayet açık, şu anda, bu ülkede bir provokasyonla 40 kişi öldürülse, kahve algısı, “birbirlerini öldürmüşlerdir” şeklinde olacaktır; bu, “atomun parçalanmasından daha zor” bir sabitlikle yerleşmiştir. Taraf gazetesi, son derece açık bir biçimde bu fesatın merkezi olmuş, bu algının inşasında bilerek ve isteyerek yer almıştır.
Bu kontra operasyona hâlâ “İsrafil’in suru” adını vermek isteyen varsa keyfi bilir, bu ülkede polis operasyonlarına eksantrik isimler uydurmak adettir; ama yine de işin içine melek isimlerini karıştırmamakta yarar var. Tanrı, Berktay’a özel bir vazife vermiş olsaydı, bunu kendisi tebliğ etmeyi tercih ederdi herhalde...
|